27 Ağustos 2011 Cumartesi

bir müzik dehası; steven wilson

Bir insan bu kadar mı yetenekli olur. Neye elini atsa bu kadar mı harikalar yaratır.

Kendisiyle Opeth hayranı olduğum günlerde tanışmıştım. Opeth'in birlikte çıkarttığı Damnation ve Deliverence albümlerinin prodüktörlüğünü yapmış ve bu albümlerin bazı şarkılarında klavye çalmıştır. Tabi ben prodüktörlüğünü yaptığını bilmiyordum o zamanlar sadece klavye çaldığını biliyordum. Kendisini ilk kez Opeth'in Lamentations dvd'sinde de sima olarak görmüştüm. Albümün kayıt esnasındaki görüntülerde hatırlıyorum da bir ara eline gitar alıp doğaçlama solo tarzı bir şeyler çalmıştı. Vay be demiştim Opeth'in klavyecisi bile gitar üstadı demiştim. Şimdi bunu düşününce utanıyorum aslında; Steven Wilson gibi bir insanı Opeth'in klavyecisi olarak tanımlamak çok komik geliyor zira. Daha sonra bir ara Opeth'in vokalisti Mikael Akerfelt'in bir röportajını okumuştum. Kendisi orada Steven'dan üstadım diye bahsediyordu adeta. Sayesinde albümlerin şahane olduğunu, kendisine çok şey borçlu olduğunu filan ifade ediyordu. Gerçekten de Opeth harika müzik yapan bir grup olmasına rağmen sound'u berbattı. Ama Damnation ve Deliverence albümlerinde öyle bir sıçrama yaptılar ki, diğer albümlerinin sound'u ile mukayese bile edilemez bir düzeye ulaştılar. Buradaki en büyük etmen Steven Wilson imiş bunu öğrenmiş oldum ve kendisini ilk o zaman araştırmaya başladım.

Öğrendim ki Steven Wilson'un Porcupine Tree isimli bir grubu varmış. Hemen albümlerini temin ettim. İlk başlarda Opeth’in o çok farklı gelen aksak geçişleri, inişli çıkışlı müziğinin kaynağının nereden geldiğini anlamış oldum. Zamanla bu grup öyle bir hayatıma girdi ki senelerce bıkmaksızın dinledim. Hala da severek dinlerim. Hele ki Anesthetize Dvd’si öyle bir konserdir ki kuşkusuz hayatımda dinlediğim en iyi konser diyebilirim. (Blogda da bu konserden birkaç parça paylaşmıştım) Bir konser kaydı bu kadar şahane olabilir ancak. Bir çok parçanın orijinal kaydı yerine bu konserdeki kaydını dinlerim yani o derece iyi. Bu konseri izleyince Opeth’in efsanevi konser kaydı olan Lamentations’da da kimin parmağı olduğunu anlıyor insan. Onda da aynı durum vardı ve bir çok parçayı orjinalinden ziyade bu konser kaydından dinlerdim.

Sonraları bir grup daha keşfettim. Çok fazla albümleri olmasa da çok hoş parçaları sahip bir gruptu. Blackfield ismindeki bu grubun vokalisti ne kadar da Porcupine Tree grubunun vokalistine benziyor yahu dememe kalmadan öğrendim ki vokalde Steven varmış. Güzel bir iş ve yine işin altından Steven çıkmıştı. İsrail'de konser vermesi için kendisine ulaşan Aviv Geffen isimli bir şahıs ile İsrail'deki konser sırasında tanıştıktan sonra bu grubu kurmuşlar. Daha sonra Steven’in hayatında önemli bir yeri olmuş İsrail’in. Bu ülkeden çok etkilenmiş ve ara ara burada yaşamış. Sonraki projelerinde de İsrail'li müzisyenlerin payı bir anda artıyor tabi bu dönemde.

Oprhaned Land grubunu ilk albümlerinden beri takip eder ve beğeni ile dinlerim. Fakat son albümleri The Never Ending Way of Orwarrior’u ilk dinlediğimde bu ne şahane sound yahu demiştim. Diğer albümlerine göre çağ atlamışlar resmen. Evet, bu albümün de prodüktörü artık malumumuz olduğu üzere Steven ağabeyimiz çıkmıştı.

Bu kadar tesadüfün üzerine artık yeter dedim ve bugünlerde kendisini etraflıca araştırmaya başladım. Ve öğrendim ki ben bunca şeye rağmen hakkında daha bir halt bilmiyormuşum. Kendisi solo albümler de yapıyormuş ve Porcupine Tree ve Blackfield haricinde; No-Man, Incredible Expanding Mindfuck, Bass Communion ve Continuum gibi proje gruplarına da sahipmiş. Önce solo albümleri ve proje grubu No-Man ile tekrar tekrar keşfediyorum kendisinin müzikal dehasını. Ayrıca yine prodüktörlüğünü yaptığı Ephrat isimli İsrailli bir grup da şu sıralar en çok dinlediklerimden. Zamanla tüm proje gruplarını dinlemekle kalmayıp, prodüktörlüğünü yaptığı tüm albümleri de dinlemeye niyetliyim. İnsana bir ömür yetecek proje üretmiş adeta. İyi ki varsın Steven. Seni ifade etmeye yetemez insan :)

Kendisinin yer aldığı projelerin bir listesi [ tam 369 sayfa :) ]; buradan bakabilirsiniz.

Projelerinden Seçkiler;

(Anesthetizie Konser Dvd'sinden)
Porcupine Tree - Anesthetizie
Porcupine Tree - Way Out of Here

Blackfield - Pain (Live)
Blackfield - Some Day

Opeth - Deliverence
Opeth - Closure
Orphaned Land - Sapari
Ephrat - Haze

24 Ağustos 2011 Çarşamba

seçtiğim şiirler

bugün kütüphaneden varlık dergisinin hazırladığı 75. yıl antolojisini kiraladım. bu kitabı ne zamandır alacağım fakat ya denk getiremiyorum ya denk geldiğinde param olmuyor. kütüphane sağ olsun iki sorunu da çözdü :) fakat kitaptan soğudum ve artık almayabilirim. çünkü hatalarla dolu. bazı şiirlerde satırlar atlanmış, bazılarında yanlış yazımlar yapılmış. mesela behçet necatigil'in "sevgilerde" şiiri olmuş "sevgilerle". daha sonra; ne içindeyim zamanın şiirinde "rüzgarda uçan tüy bile" olmuş "rüzgarda uçan yaprak bile". internetten teyit edince ortaya çıktı. buraya ekleyeceğim 5 şiirin 2 sinde hata varsa daha kim bilir ne hatalarla dolu bir kitaptır. neyse artık...

hazırlandın diyelim

hazırlandın diyelim bir yolculuğa
"bu,yalnızlığıda olabilir"diyor birisi
dayanıklımısın bakalım
silahın nedir
ilkin asfalt ve beton
bir bakarsın önün ardın su kesilir
yüzme de bilmezsin ayrıca

"çocuklukdan kalma şeyler bunlar"
diyor matrağa düşkün biri
"nasıl olsa yenilir"
Oysa kavradığım herşeyin adını bilmek
biraz bunaltıyor beni
örneğin bir atom santrali projesi
Hollanda daki bir caz konseri
ölececeğimi biliyorum nasıl olsa
ama gölgemi önüme düşürüyor
güneş önümden gelirken
şaşırıyorum gövdemi

matrağa alışkınım aslında ama
ille kayayı delen incir,
suları aşan gemi!
"turgut uyar"


uzun koşu

Sana yeni ulaşan şimdi, eski bir bakışdan gelmedir.
Onun gözü senden öncedir, bir yalnız kalışdan gelmedir.
Senin şimdi duyduğun sıcak yaşamını onaran bu ses,
Çok ölümlü savaşlar kadar zorlu bir yarışdan gelmedir
"özdemir asaf"


ne içindeyim zamanın

ne içindeyim zamanın,
ne de büsbütün dışında;
yekpare, geniş bir anın
parçalanmaz akışında.

bir garip rüya rengiyle
uyuşmuş gibi her şekil,
rüzgarda uçan tüy bile
benim kadar hafif değil.

başım sükutu öğüten
uçsuz bucaksız değirmen;
içim muradına ermiş
abasız, postsuz bir derviş.

kökü bende bir sarmaşık
olmuş dünya sezmekteyim,
mavi, masmavi bir ışık
ortasında yüzmekteyim.
"ahmet hamdi tanpinar"


gençlik böyledir işte

içimi titreten bir sestir her gün.
saat her çalışında tekrar eder:
"ne yaptın tarlanı, nerede hasadın?
elin boş mu gireceksin geceye?
bir düşünsen... yarıyı geçti ömrün;
gençlik böyledir işte, gelir gider;
ve kırılır sonra kolun kanadın;
koşarsın pencereden pencereye."

ah o kadrini bilmediğim günler,
koklamadan attığım gül demeti,
suyunu sebil ettiğim o çeşme,
eserken yelken açmadığım rüzgâr!
halbuki sular batıya meyleder,
ağaçta bülbülün sesi değişti,
gölgeler yerleşiyor pencereme;
çağınız başlıyor ey hâtıralar!
"cahit sıtkı tarhancı"


sevgilerde

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen, tutuk, saygılı.
bütün yakınlarınız
sizi yanlış tanıdı.

bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
kalbinizi dolduran duygular
kalbinizde kaldı
siz geniş zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
yılların telaşlarda bu kadar çabuk
geçeceği aklınıza gelmezdi.

gizli bahçenizde
açan çiçekler vardı,
gecelerde ve yalnız.
vermeye az buldunuz
yahut vakit olmadı.
"behçet necatigil"

bugün okuduğum kadarıyla bu kadarını seçtim. yarın devamını getireceğim...

ertelemek

Genellikle insanların bana yönelik uğraşlarını boşa çıkarabiliyorum maalesef. Bunun sebebi de sanırım kendimle yüzleşememekten ileri geliyor. Belki kendimi bildiğimi zannediyorum, belki de kendimi gerçekten iyi biliyorum ama bu pek bir işe yaramıyor çünkü gerçekliğimden oldum olası hep kaçıyorum. Bir insanın kendini bilmesi, kendi için iyi olanı bilmesi anlamına gelmiyor ki. Neticede dünyada milyonlarca kendini bilmez insan kendi için en iyi olanını pek ala bilerek mutlu mesut yaşayabiliyor.

İnsanlar bende gördükleri bir takım yanlışları söyledikleri zaman söylediklerini dinliyorum ve onları anlıyorum. Söylediklerinde haklı olduklarını da biliyorum. Dedim ya kendimi biliyorum ya da öyle zannediyorum. Söylenen şeylerin farkında oluşum haliyle bu yanlışlardan eskiden beri haberdar olduğumu gösterir. Demek ki bu yanlışla yaşıyormuşum ben. Peki ne olacak? Bir anda değişip bambaşka bir insan mı olmalıyım?

Hayat insanın gözleri önünde akıp gidiyor. Bunu yakalamak ya da kaçırmak insanın kendi elinde. Benim önümde ve benim elimde. Her zaman da böyleydi belki. Ama olmadı hiçbir zaman. Yakalayamadım. Çünkü ben hep kendimi bildim ya da kendimi bildiğimi zannettim. Hep kendimin yarım, hep eksik olduğunu gördüm. Ve erteledim. Şunu da biliyorum; ben asla tamamlanamayacağım. Ama tamamlanamamak önünden akıp giden yaşamı kaçırmayı gerektirmiyor değil mi? Çeyrek bile olmadan bu hayatı gayet güzel yaşabilenler varken hele.

Bir yandan da şöyle düşündüm; Bir gün o akıp giden yaşama karışmaya karar verirsem; bunun için en uygun zamanı planlayıp karışacağım noktayı bile en ince ayrıntısına kadar hesap etmeye kalkıştıktan sonra oraya karışmanın ne anlamı var ki? Atladığım yerde öylece çakılır kalırım ancak. Hiç düşünmeden atlayıp kapılıp gitmek lazım. Ve ben sanırım bir an için düşünmeden yapamıyorum.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

rüyalar kayıp giderler

sabah olmuş ve gözlerini açmıştı. tatlı bir his ve tebessüm duydu uyanır uyanmaz. rüya görmüştü çünkü. ne gördüğü üzerine düşünmeye aman vermeden bir anda adeta ışık hızıyla zihni gelip beyninin köşe bucak her tarafına hücum etmeye başladı. zihni beynine yüklendikçe içindeki taptaze olan o tatlı his bir anda yerini iç sıkıntısına bıraktı. mutluluk hormonu sanki onun vücudundan salgılanmamış, sanki rüya gibi kendisine misafir olmuşcasına vücudundan hızla çekiliyordu. çok uğraşdı, didindi, muhafaza etmeye çalıştı. rüyasını anımsamak ve aynı hisleri tekrar hissetmek için çabaladı. ama külçe gibi ağır olan bilinci demir atmıştı bir kere artık onu oradan kaldırmaya kudreti yetemezdi. kabullenmişti, rüyasında ne gördüğü hakkında en ufak bir fikri yoktu. sadece duyumsadığı bir tatlı his kırıntısı bırakmıştı onda ve o da hızla kendisini terk edip anlılar arasına karışmıştı bile. o korkunç, o kasvetli anılarının içine karışıp orada yok olup gitmişti bile.

21 Ağustos 2011 Pazar

gadjo dilo

Çingenelerin hayatını anlatan belki de yapılmış en güzel filmdir. Bir yolcunun hikayesiyle başlayan, daha sonra karakterin içsel yolculuğuna dönüşen, izleyenleri de yolculuğa çıkartan bir film. Adeta onlarla yaşadım. İçtim, dans ettim, eğlendim ve hüzünlendim de. Müzikler canlı ve harikaydı. Samimiyet açısından hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri oldu.

İsidor ve sabina karakterleri o kadar şahane canladırılmış ki. Sabina’nın güzelliğinin de filmde ayrı bir yeri var tabi. Dansları filan da müthişti kendisinin.
Ayrıca Sabina’yı canlandıran Rona Hartner hakkında şöyle bir araştırma yaptım ki; kendisinin hem oyuncu, hem müzisyen, hem de ressam olduğunu öğrendim. E bir de güzel. Ne diyim ki…

--spoiler-- (bundan sonrasını izlemeyen okumasın)

Damadın kızı evden alma adeti çok tuhaf ve eğlenceliydi. Gerçekte böyle bir adetleri var mıdır bilmiyorum ama olmasa kullanılmazdı heralde. Baba elde balta ile kızımı hayatta sana vermem diyor, yaklaşırsan öldürürüm diyor. Damat babanın önüne bir kasa içki koyuyor, içinden bir şişeyi açıp babaya uzatıyor. Baba bir yudum içiyor ve gel damat sana bir sarılayım moduna giriyor. Gayet tiyatral bir havada yapıyorlar bunu :)

Bir de cenaze adeti var ilginç olan. Mezarına içki dökerken bir yandan ağlayıp, bir yandan da göbek atmak nasıl bir yas törenidir o öyle :)


bir de umut sarıkayanın bu filmi izledikten sonra çidiğini düşündüğüm bir karikatürü;


kavram kargaşası - bobiler














20 Ağustos 2011 Cumartesi

across the universe

Beatles’ı anlatan bir müzikal film. Parçalarında geçen karakterler ile o dönemi yansıtan atmosferde şahane bir şey yapmışlar. Müzikleri zaten insanı kendinden alıyorken bir de müthiş bir görsellik eklenince tadından yenmiyor. Çok severek izledim ve daha defalarca izleyeceğim sanırım. Coverler o kadar güzeller ki hani orijinalinden bile daha iyi olmuş denecek türden parçalar var. Özellikle de filme ismini veren Across the Universe - Fiona Apple coverı. Görsel efektler mükemmel; farklı dünyalarda yolculuğa çıkıyor insan.
Aşk ve Müzik güzeldir, Savaş ise dünyanın en b.ktan şeyidir.

18 Ağustos 2011 Perşembe

the beautiful country

Filmi izlemeden önce hakkında biraz araştırma yapayım dedim internetten ama bir şey bulamadım. Fazla izlenen bir film değilmiş demek ki. Hakkında fikir sahibi olmadan oturup izledim. Böylesi daha iyi belki de, en azından önyargısız izleniyor.
İzlediğime pişman olmadım. Gayet güzel bir film çıktı. Aslında film hakkında bilgi sahibi olmak yerine zevkine güvenilebilecek arkadaşlardan alınan filmi doğrudan açıp izlemek daha makbulmüş bunu anladım (:
Filmin bir kısmı vietnam’da bir kısmı amerika’da geçiyor. Belki de insanlar sırf bu yüzden başlangıçta bu filme soğuk yaklaşabilirler; amerikan savaş filmlerinin vermiş olduğu baygınlıktan ötürü. Ama bu bir savaş filmi değil, insan öyküsü anlatan bir dram.
Bir “öteki” nin vietnam’dan amerika’ya yolculuk öyküsünü anlatıyor. Vietnam tarafında “öteki” olmanın verdiği dışlanmışlık, Amerika tarafında mülteci olmanın sıkıntıları. Ama sonu güzel bitiyor. En azından kendi kimliğini buluyor, hayatının nasıl olup da böyle şekillendiğini öğreniyor. Tıpkı babasının dediği gibi “bir dakika önce saygon’daydım, bir dakika sonra hastanede” “bu kadar basit”. İnsan yaşamının pamuk ipliğine bağlı olduğunu ifade ederken tüm bunların, karşısında duran adamın hayatına nasıl mal olduğunu bilmiyor. Garip bir durum.
bir de filmdeki kadın karakterler çok ilginç. hepsi de hayatın zorunluluklarına yenik düşmüş kadınlar.

16 Ağustos 2011 Salı

bobiler

her gün sabah kaltığımızda iğrenç bir dünyada dahası berbat bir ülkede uyanıyoruz. birüsürü sıkıntı, mutsuzluk. ama bazen öyle yerlerde öyle insanlar da var ki onların varlığı insanı mutlu ediyor. mesela bu ülkede her ile 1 üniversiteyi bırak 10 üniversite de yapılsa ben yine hiç bir şeyin düzeleceğine inanmam ve yine insalığa dair ümidim zerre artmaz. ama işte mesela bobiler gibi bir siteye girip de orada şöyle bir gezdiğimde insanlığımın tadına varıyorum, memlekette böyle insanların da olduğunu bilmek mutlu ediyor beni, tüm bu pisliğin içinde yalnız olmadığımı hissettiriyorlar, geleceğe dair birazcık daha umudum artıyor. bir zamanlar bu hissiyatı ekşisözlük için de taşıyordum ama orası malesef öldü. neyse...
burada birsürü resim paylaşamayacağımdan iki uç noktayı simgeleyen iki çalışmayı paylaşayım dedim. 1.si ne kadar etkileyici, 2.si de ne kadar eğlendirici olduklarını gösteren iki uç nokta.



ne söylesem boş. buna yorum yapamayacağım.




isa'nın son yemeği resmi. bu resim dünyanın en çok tartışılan resimlerinden birisi malum. resimdekilerinin her birinin duruş şekillerinde kitaplar dolusu anlamlar çıkartıldı filan. ama bobiler'de birisi çıkıyor bu resimin üzerine baloncuklar ekliyor ve bu baloncuklara her birinin duruş şekline cuk diye oturan anlamları patlatıveriyor. kitaplar dolusu anlama meydan okuyor; işte mesele budur abicim diyor :)