31 Temmuz 2012 Salı

çünkü bulmanın yoludur kaybetmek

sizi bilmem ama bence
ara ara kaybetmeli insan kendini
bulabilmek için koyduğu yere

belki insanlık nezdinde
affolmazsa da bu davranış
ama kendi nezdinde
affolmazsa da bir kişi
bitmiştir işte onun işi

çünkü bulmanın yoludur kaybetmek
arıyorsa eğer
aramıyorsa zaten
bitmek bir yana
israf olmuştur

29 Temmuz 2012 Pazar

diyeceğim çok ki bilemem

kaç gemi gelip geçti limanından, bilemem
ama yüzme bilirim
belki benden, belki senden, belki gemilerden

diyeceğim o ki; yük olamam ben
bir denize karışır ve deniz olabilirim belki
yüzerim; yüküm kendimdir, kendimedir

nereden aydınlandın da gözümü aldın, bilemem
ama gölgeni bilirim
takip ettikçe kaçar, kaçtıkça kovalar

diyeceğim o ki; bir gölge oyunusun sen
ama gerek var mı ki bu aydınlığa perde germeye
oyuncu olmak ve oynamak için

rekabet insan(lığ)ı geliştirmez, sorgulamak geliştirir

Titanik'te Olimpiyatlar 
Yazan: Gündüz Vassaf
Radikal Yorum - 29/07/2012

Bize, oyunların barışın simgesi olduğunu ezberlettiler. Egemen düzen tarihimiz boyunca sporu erkeklerin savaşa
hazırlıklı olması için destekledi. Modern çağın egemen düzeni miadını doldurmakta. Sistematik yaklaşımların yerine skandallar. Küresel ekonomiden sıradan köprü tamirine, her yerde kriz yönetimi. Eğitim kurumları insan beyninin engin esnekliğine engel. Nobel ödüllü matematikçi Nash “Okullar kapatılmalı” diyor. Yeni kuşakların potansiyeli çağdaş temerküz kamplarında hapis. Dünya kabuk değiştiriyor. ‘Sanayii Devrimi’nin, insan ve doğaya karşı “Benden sonra tufan” anlayışı iflas etti. 20. yüzyıl şairi Nâzım Hikmet’in, “Trik trak tiki tak tak, makinalaşmak istiyorum” rüyası kâbus oldu. Kendi koydukları kuralları çiğneyerek, yalan söyleyerek, çıkarlarını kollayan egemenler, meşruiyetlerini yitirdi. Temsili demokrasi artık geçersiz. İşte Irak. Vatandaşlarının da karşı çıktıkları savaşlarını ancak paralı askerler, profesyonel ordularla sürdürebiliyorlar. Geleneksel estetik ve alışkanlıklarımızı sarsan çağdaş sanat, işte bu dünyanın aynası. Olimpiyatlar, son kalelerinden. Gezegenimizin tek toplu ayini. Pompey’in son günleri. Bizlerse, güleryüzlü düzenin her şeyi normal gösterme kamuflajında Titanik yolcuları. Ekran başında düzen dopinginde, egemenlerin edilgenleştirdiği tavuskuşları. Göremediğimiz, Londra şehir merkezinde, binaların tepesinde, uçaksavarlar, füzeler, askerler. Tribünlerde dünya düzeninin liderleri. Madem tehlikeli, orada toplu halde ne işleri var? Onlar da kendi oyunlarının figüranları. Olimpiyat sporlarının perde arkasında olimpiyat sanayii. Devletlerin, oyunlar ülkelerinde yapılsın diye, mafia taktikleriyle olimpiyat komitesi üyelerine seks şantajları, rüşvetleri. Dünyanın en büyük reklam piyasası. Sporcu kıyafetinde marka tellalları.. Gençliklerini madalya hırsına vakfetmiş gönüllü spor köleleri.. Antik çağda Greklerin ilk oyunlar gibi, 19. yüzyılda yeniden yapıldıklarında da olimpiyatlar uygarlığa karşıydı. Bize, oyunların barışın simgesi olduğunu ezberlettiler. Egemen düzen tarihimiz boyunca sporu erkeklerin savaşa hazırlıklı olması için destekledi. Modern olimpiyatların kurucusu Baron Coubertin, ülkesinin 1870 Prusya Savaşı’nı kaybetmesinin nedenini Fransızların spor yapmamasına bağlar. Oyunlar, İngiltere’de sağlıklı işçi sınıfı yaratmak, halkı alkolizm, hırsızlık ve serserilikten ‘kurtarmak’ amacıyla 1859’da yapılan ‘Wenlock Olimpiyatları’yla düzene yerleşti. Sosyal-Darwinci ırkçı ideolojinin güçlü insan imajını yaymak için dünyaya pazarlandı. Olimpik meşalenin oradan buraya ilk dolaştırılması, 1936 Berlin Olimpiyatları’nda, Nazi ideolojisinin yayılması için. ‘Soğuk Savaş’ yıllarında da ABD- Sovyetler Birliği kapışmasının aracı. İnsanların hayvanları yarıştırmaya, dövüştürmeye kalkışması ise aşktan işe kadar hayatın birçok alanına yayılan kazanma patolojimizin başka bir ifadesi. Barış maskesinde gizlenen oyunlar, insanın kazanma ihtirasını kamçılamak, başkalarını yenme, onlara üstün olma kompleksini yüceltmek üzerine kurulu. Oysa, tarihimiz boyunca uygarlığımızı geliştiren savaş ve rekabet değil, insanın kendisini, doğayı araştırması. Soru sorması. Sürekli yineleyen, tükenmeyen merakı. Mozart, Fuzuli, Shakespeare, Hubble, Einstein. Hepsi kendi düşlerini kovaladı. İnsanın buluşlar yapması, sonsuzluğu araştırması, başkasıyla rekabetten değil merakını yenemediğinden. Bugün de yeni mesleklerle teknolojiler, sanatta, sanal gerçeklikte ifade biçimleri, herkesin farklı katkısı olabileceği zenginliklerimizi çıkarmaya yönelik. Rekabet sporlarının türümüz için kaçınılmaz olduğunu iddia edenler, dünyanın en eski uygarlıklarından, en büyük nüfuslarından Hindistan’ın iddiasızlığına, olimpiyatlarda boy göstermemelerine baksınlar yeter. Ya da tarihimize. Mısır, Çin, Osmanlı, İnka, Aztek. Esas olan rekabet değil, işbölümü, işbirliği. Çağdaş olimpiyatlar, dinleri, devletleri birleştiren kapitalist ideolojinin hizmetinde. Şeriatla yönetilen, kadınların otomobil kullanmasının yasak olduğu Suudi Arabistan bile oyunlara dişi sporcularıyla katılıyor. Ramazan ayında atletlerini oruçtan muaf tutuyor. Türümüzün sağlığı, uygarlığımızın esenliği, olimpiyatların simgelediği taraflaşma rekabetinden özgürleşmek. Olimpiyatların ulus devlet şovenizmi göçmenlerin pasaport aitlikleriyle çoktan darbe yedi. Yeni kuşakların din ve devletler üstü küresel bilinci, yaşam biçimi, özlemleri bu yeni özgürlüğün ifadesi.

24 Temmuz 2012 Salı

gamification

günümüzde çocukların evden dışarı çıkmamaları ve bilgisayar başında gelişim göstermeleri üzerine, gelecekte ne gibi bir kitle ile karşılaşacağımız konusunda bir takım öngörülerim vardı. gelecekte karşılaşacağımız kitle şüphesiz ki berbat bir kitle olacak, bu konuda en ufak bir umudum yok, lakin ben de gelecekte yaşayacak bir genç olarak onlar için kurulan dünyanın nasıl olacağı kısmıyla ilgili olmak zorundayım haliyle.

bunların başlıcası gamification (oyunlaştırma) kavramı üzerine odaklanıyor. bu zamana kadar bu kavram üzerinden insanları güdüleme pek başarılı sonuçlar veremezdi, zira bilgisayar oyunları daha çok 2000'li yıllarla birlikte hayatımıza girdi ve şu ana kadar aktif nüfus içerisinde bilgisayar oyunlarıyla yetişmiş olan kitle küçük kalıyordu. haliyle bu teknik ile güdüleme fazla kitleye hitap etmiyordu. fakat günümüzde iyiden iyiye hissedilir bir hale geldi. başta çocuklar ile başlayan daha sonra da yetişkinlere yönelik uygulamalarla devam eden bir güdüleme olarak hayatımızda yer etti.

her şeyden önce, insanların belli amaçlara yönelik güdülenmesine aracı olan şeyleri etik bulmadığım için, bunu olumsuz bir şey olarak değerlendiriyorum tabi bu yazıda. dahası insanlara bir şeyler pazarlamak adına onları güdülemenin son derece sakat olduğunu, insanlarla resmen dalga geçildiğini düşünüyorum. 

günümüzde birçok firmanın kullandığı puan topla - puan topladıkça ödül kazan tekniği insanları daha fazla tüketmeye teşvik eden bir gamification örneği mesela. 

keza sosyal paylaşım sitelerinde profilini oluştur, arkadaş topla, etkinliklere katıl gibi gamification teknikleri bugün milyonlarca insanı bilgisayar karşısına kilitlemiş durumda ve adeta insanlar buradaki oyun dünyası ile gerçek dünyalarındaki ayrımı yitirmiş durumda.

vahim olanı bunun yaşamın her alanına yayılıyor oluşu. insanlar alışverişlerini bu doğrultuda yapmak adına alışveriş merkezlerini dolaşıp tüketim yapmaları bir tür yaşayış biçimi haline geldi. keza sosyal paylaşım sitelerindeki profillerini ilerletmek, orada pointler toplayıp diğer arkadaşlarıyla yarış içersine olmak günlük hayatlarına doğrudan etki etti ve adeta sosyal paylaşım sitelerine bir şeyler eklemek için günlük hayatta yaşamanın gerektiği, yani yaşayışlarının tek ifade sahası orasıymış gibi bir algı oluştu.

iş hayatında da bu doğrultuda bir güdüleme söz konusu. başarı eğrileri, performans değerlendirmeleri vs. gibi bir takım grafikler doğrudan insanların hayatlarını yönlendirmede göz önünde bulundurdukları en önemli etken oldu. iş arkadaşları ile yarış içersinde oluşları, onlardan yüksek skora sahip olabilme gayesi ile güdülenen kitleler, iş dünyasında çok daha verimli çalışan birer köle ve çok daha fazlasını tüketebilen bir hayvana dönüştürülmüş oldu.

bunda şüphesiz ki dijital çağ ile birlikte insanların bazı verilerini kayda almabilmek ve bilgisayarlar aracılığı ile bu verileri işleyerek belli bir performans değerlendirmesi imkanına sahip olmak etkili oldu. artık bilgisayar karşısında oynanan oyunlarda yönettilen karakterler ne ise biz insanlar da o şekilde yönetilen, yönlendirilen bir sanal dünyanın içerisine girmiş olduk.

türkiye'de de son zamanlarda diyanet işleri bu gamification tekniğini başarılı bir şekilde uygulan kurumlardan.  ekşisözlükteki bir yazı bu durumu gayet güzel izah etmiş mesela.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

gregor samsa bir sabah da dev bir böcek olarak uyanmasa

etrafımdaki her şey benim için olabileceği en talihsiz şekilde hiç şaşmaksızın ilerlerken bu şaşmazlığı kanıksadığımı biliyordum. fakat şu an ki kadar farkına varamamıştım. öğrenilmiş çaresizlik ve kendini gerçekleştiren kehanet denen bu iki tanısal durumun ne olduğunu biliyordum. içinde bulunduğum durumun bilimsel metodolojide karşılıklarının bu olduğunu ben de pek ala tanımlayabilirdim ama her zaman içinde bulunduğumuz durumu tanımlamanın bizi huzura erdirmediği de bir gerçek. zaten öyle olabilseydi insan dijital olarak kodlanabilirdi ve benim robot olarak bir karşılığım olabilirdi. ben de işim düştüğü zamanlar gidip ona danışabilirdim.

murphy kanunları; işin bir aksi gitmeye başladı mı, aksiliklerin ardı arkası kesilmez der. bunun tersi de söz konusuymuş. bir işim rast gitmeye başladı ve ardı arkası kesilmiyor. tüm bu gidişatın alt üst oluşu beni de alt üst etmeliydi belki. fakat şu günlerde bu hıza ayak uyduramamanın sıkıntısını yaşar oldum. dün bisikletim ile alsancak sahiline gidip, çimlerde biramı içerken "hayat ne garip, vapurlar filan" sözü aklımdan geçtiği sırada karşımda koca bir vapur vardı yani durum o kadar ciddi. benimle beraber çimlere uzanmış olan bisikletimin durumunu düşünmüştüm; daha birkaç gün önce nerelerdeydi, şimdi ise nerelere gelmişti. fakat kendimin nerede, ne konumda olduğunu düşünemiyorum, tüm bunların içinde şuursuz hatta ruhsuzca kalıyorum.

başlangıçta bahsettiğim farkına varmaktan kastım da bu durumdu işte. kendime ne yaptım bilmiyorum ama hayat kötüsüyle, iyisiyle üzerimden akıp gidiyor. sıkıntılı durumların peşi sıra ilerleyişini kanıksamam, içimdeki bir şeyleri yakmış olmalı. bu kanıksama kötü durumlar için iyi bir savunmaydı belki ve beni bu zamana kadar bir şekilde yaşatmıştı. fakat bir gün iyi zamanların da olacağını düşünemedim sanırım. şu an hiçbir şeyin heyecanının kalmamış olmasından ürküyorum. bunun geçici bir durum olmasını ummasam çok ciddi sorunların beni beklediğini düşünebilir, beni tutan son birkaç bağın da kopabileceğini söyleyebilirdim.

çevremdeki her şey hızla değişti
umarım ben de hızla olmasa da yavaş yavaş bu değişime uyum sağlar ve bu kafadan çıkabilirim.
ileride biçim olarak daha farklı bir gregor samsa  durumuna düşeceğim kaçınılmazken hele.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

iki kere geçmiş ola

I.
Taşları eriterek önümüze döşüyor, yürüyüp gidiyoruz
-“Son oyalanmasını göstermeyi kim keşfetmiş ilkin?”
-“Çok köke inen bir soru bu, binayı çökertir, kovun bunu…”
Demek ki ben, sesimi asıp can çekiştirmeye yazgılıyım.

Çünkü başıyla oynanmış bazımızın, eti yavaş yavaş kelle olmuş
Büyüdüğü doğru ağaçların ama doğru değil çocukların
Büyümek istedikleri...

Susacak ne çok şey var…

II.
Kendime taziyem odur ki görüşeceğiz sanırım
Kendime vasiyetim o ki gelme benimle
Kendime salık veririm uzak durma benden
Kendime daha ne deyim ne gelir elden
Kendime aldım bunu kalacak sana
Kendime ayırdım desem de artmadı bana
Kendime geldim diyemem misafirinim ey dizlerim
Kendime konuşasım var sana ne diyeyim

Kendime baktım da şöyle bir babamım
Kendime baktım da şöyle bir babayım.

Susacak ne çok şey var
Gemiler ayrılacaklarını bilmiyor kıyıdan
Susacak ne çok şey var
Kıyı duruyor hep ayrılıyor gemiler.

Gemiler denizin üstünde
Etin üstünde jilet gibi.
                                     Celal Fedai


**************************************************

Celal Fedai (1972): Yukarıda, bu zamanın toz dumanı içinde, pazarında borsasında adı kolay kolay duyulmayacak bir şairin şiiri duruyor. O bir “ruh bekçisi”, benim  gibilerin gözünde. Yaşayanların üzerinde kâbus gibi çöken ölü geçmişin çileci sesiyle sesleniyor bize. Unuttuğumuz bir insanoluş halini dillendiriyor sahih bir çırpınışla. Geçmişin ukdesiyle sesleniyor de diyebiliriz bu üsluba. Geçmişi bugünde buluyor çünkü.

Geçmişi bilmemek, lağım çukurlarının açık olduğu yerde gözü bağlı dolaşmak gibi. Miladı kendinden başlatmaya hevesli insanlar arasında yaşarken duyduğumuz o ürpertici çiğlik gibi. Bunlar arasında yüzü eskiye dönük bir tutucu olarak anılmak da var. Anlaşılmadan yaşamak seçilmiş bir kader olacaktır kimileri için. Bazıları anlaşılmayı değil, “ruh bekçisi” olmayı yaşamlarının erdemi sayarlar. Bu tutumun şiirdeki mükemmel karşılığı Yunus Emre ve Fuzuli’dir. Kendinde bir küçüklük gördüğü anda, “Sen derviş olamazsın” diye nefsiyle dövüşen Yunus Emre. Acıyı süs olarak değil, Kerbela’da Hüseyin’in trajik anısı başında bekçi olmayı seçerek yaşayan Fuzuli. Çağımızda bu karakterler yaşamaz diyen varsa, “inancının çılgını” Sezai Karakoç’u hatırlasın.

Bir de bu cesur tutumun “janjanlı” taklitçileri, “gibi yapanlar”ı vardır. Hangi tarafa dönerse öbürüne sağır diye bir zamanlar dogmatikleri eleştirenler, şimdi ne yana dönerse dönsün her durumda haklı olduğunu hiç bir suçluluk duymadan savunabiliyorlar. Keskin dönüşlerinin çilesini çekmiyorlar asla, hatta onu da size çektiriyorlar. Bu tipler, o büyük erdemli tutumun yalnızca şarlatanıdırlar, İsmet Özel gibi. Bir zamanlar çok sevdikleri deyimle, “fikri namus”larını çoktan yitirmişler, artık tribünlerin heyecanında ne pay kapacaklarına bakarak yaşayan fırsatçı çakal amigolardan olmuşlardır. Kendisi gibi düşünmeyeni ahmak sanacak kadar ahmaktır bunlar. Narsist kafalarının sudaki yansısını özgün düşünce sanırlar.

İnsan da ruh da hiç bir zaman mutlak olmadı, çünkü hiç bir zamanda aynı su, aynı ırmak olmadı. Az sonra değişip dönüşecektir koşullara göre, verili engelleri savaşıp aşarken değişecektir hem de. Vadinin her yeri aynı olmayacak, kuşkusuz. Ama bu değişim sırasında “mevsimlerin ettikleri”ni, kendi bedenlerine renk kılanların bukalemunluğu karşısında tiksintimizi saklamak çok zordur. Bu tiksintiyi bize haklı gösterecek karşıt bir örneğe, “ruh bekçileri”ne gereksinim duyarız o yüzden. İnsanın acı dolu, çile dolu geçmişine duyduğumuz saygının kaybolmaması, harcanmaması, unutulmaması isteğimizdir bu. Mitolojinin Sysphos’u, dinin İsa’sı, Cervantes’in Don Kişot’u, Dostoyevski’nin Budala’sı, insanın erdemini yitirdiği çağların ruh bekçileri olarak yaratılmadılar mı? Kiminin çilesi zamanın ruhuna göre komikti, kimininki de trajik. Bunlarsız yaşayabilecek bir insanlık düşünebilen var mıdır acaba; bunlara gereksinim duymadığımız zamanlar gelse bile bir öğreti olarak eylemleri kalmayacak mı? Lokman Hekim’in aradığı ilacın ne olduğunu Şahmaran da biliyordu, arayışçı çileciler de; arzu ile çilenin bileşiminden doğmuş bir ilaçtan söz ediyoruz, şiir varken ortada, gereksiz bir biçimde.
                                                                   Mahmut Temizyürek

9 Temmuz 2012 Pazartesi

sentenced - end of the road

sentenced ara ara özlenen, dinlenen, güzel gruplarımızdan birisi benim için. yolun sonunu bu konser ve bu parça ile getirmişlerdi. bizde hala devam ediyorlarsa da, kendilerini anmakta fayda var.  
cenaze törenlerinden;
see you in hell!
ne hoş bir temenni

sözler;
Here we are, now layed burden down
We're coming to the end of our road
Sorrowful yet glorious somehow
To be humming this one last thought
so calm and still
It wasn't all that bad or was it?
Now fulfilled it doesn't only hurt to end it now

... The funeral ...

The memories beneath the dust of years
They seem like those of someone deceased
There's no more to be done or hoped or feared
Just waiting for the final release
so calm and thrilled
It wasn't all that bad or was it?
Now still it doesn't only hurt end it now

Is life over? This life's over! Or has it only just begun?
The close corner starts to moulder
Coming apart yet still not done forever on
--------------------------------------------------------

İşte buradayız,ağır yükler altında uzanmış
Yolumuzun sonuna geliyoruz
Şu anda hüzün dolu,bi şekilde de mükemmel
Son düşüncem , bu homurdanma olmalı
Çok sakin ve durgun
Bu kadar kötü olmamamalıydı..olmalımıydı..
Tamamlamış olmak,sona gelmek bu kadar incitmez

Cenaze töreni...

Anılar yılların tozu arasında uzanıyor
Öldürülmüş birine benziyorlar
Yapılması,ümit edilmesi ve korkulması gereken hiçbirşey kalmamış
Sadece son olarak serbest bırakılmayı beklemek
Çok sakin ve ürkütücü
Bu kadar kötü olmamalıydı..olmalımıydı
Ve hala sona gelmiş olmak bu kadar incitmiyor

Hayat bitti mi? Bu hayat bitti! Veya sadece başlangıç mı?
En yakın dönemeç toz oluyor
Henüz ayrılmış olmak,sonsuza dek sürmesi değil.

8 Temmuz 2012 Pazar

pranga

bizim de ayağımızda pranga olduğu için, 
aklında pranga olan aptallardan bir türlü kaçamıyoruz.

ve bizim için asıl esaret, ayağımızdaki pranga da değil, 
biz ki tek göz hücrede dahi yapacak çok şey bulabiliriz ve özgür kalabiliriz;
zira özgürlük o kadar da fiili bir kavram değildir bizler için.

aklın özgürlüğü yarı yarıya fiili özgürlükten feragat etmeyi,
fiili özgürlük de yarı yarıya akıl özgürlüğünden feragat etmeyi gerektirir çoğu kez.


5 Temmuz 2012 Perşembe

savunma

blogu tasfiye ettim. insanları rahatsız etmeye yönelik yazıları kaldırdım. çünkü gerçek dünyada değer verdiğim insanlar tarafından ciddiye alındığını, dahası onlara rahatsızlık verdiğini anladım. sevgili negatif ile beraber olduğumuz vakitlerde sık sık bunun mevzusu açıldı ve  gereksiz yere kafa yorucu bir hale geldi. aslında tüm bunlar benim boş şeylere kafa yormam ile başladı. benim kafa yormam hadi neyse de çevremdeki insanlar da bana kafa yorunca buna dayanamadım. kendimi savunma ihtiyacı hisseder oldum.

boş yere kafa yorduğum şeyler, bazı insanların ilgi alanıma girmesi ile başladı. bu insanların bloglarında yazdıkları, diğer sosyal medyada paylaştıkları ve gündelik hayatlarındaki gerçek konumları üzerine düşündüm. aslında insanlar üzerine kafa yormak, onların yaşayışlarını irdelemek çok tehlikeli şeyler. hele bir de bu değerlendirmeleri ifade etmeye kalkarsan dünyada senden kötü bir insan yoktur. şimdiki savunmam da burada (blogda) kötü olmaktan gocunduğum için değil, beni tanıyan, iyi olarak bilenlere yönelik ortadaki çelişik durumu açığa kavuşturmak, bunu neden yaptığımı en azından bir nebze de olsa onlara ifade edebilmek için. bunu da onlar kafa yormuş oldukları için bir gereklilik olarak görüyorum. tabi bunu başarabilecek miyim bilmiyorum.

başlıca takıldığım mevzu sosyal medya üzerindeki paylaşım hadisesi üzerindeydi. ben de şu an gördüğünüz üzere sosyal medya da bir şeyler paylaşan bir kullanıcıyım.  fakat bunun neresindeyim bilemiyorum. bu ilgi alanıma giren insanları irdelediğim zaman pusulamı şaştım ve burada saçmala gafletine düştüm. çünkü bu insanlar, burasını, kendi kendilerine kabul edemedikleri bir takım şeyleri insanlara kabul ettirme gayesiyle kullanıyor gibi geldi. burada inşa ettikleri dünyaları ile dış denetimlerini gerçekleştirerek yaşayabileceklerini zannetmelerine anlam veremedim. böyle bir yaşamı kabul edemedim. daha vahim olanı bunu yaparak kendi denetimlerinden uzaklaştıkları, içinde bulundukları durumdan kaçtıkları, kendilerinden ve gerçek dünyalarından uzaklaştıklarını düşündüm. anlam veremediğim bir takım şeyler vardı ve bunlara ciddi ciddi kafa yordum.

şu an için neden kafa yorduğumu düşündüğüm zaman elbette olayın bende bittiği sonucunu çıkartabiliyorum. ben yaptığım her şeyin sorumluluğunu üzerime  alabiliyorum ve bunda aşırıya da kaçabiliyorum. son zamanlarda bundan birazcık olsun sıyrılmayı istedim sanırım; bu benim için bir yüktü ve bu yükü biraz hafifletmeliydim. bunun genel geçer bir çaresi var; insanların yüklerini birbirlerine transfer etmesi. ama engel şu ki; fazlasıyla dışa kapalı bir konumdaydım ve bundan ötürü de bir takım sıkıntılar çekiyordum. artık kendimi tam anlamıyla şizoid bir insan olarak değerlendirecek düzeye gelmiştim. bunun değerlendirmesini bile kendim yaptığıma göre varın siz düşünün durumun ne kadar vahim olduğunu. diğer yandan da dışarıya açılmamın gerekliliğini, dışa dönük bir denetim gerçekleştirmem gerektiğini, hayatımı haklı çıkartmak ve insanlara yansıttıklarımı önemsemem gerektiğini etüt ettiğim zaman da bunun içerisinde asla yer edinemeyeceğimi, bunun içerisinde herhangi bir beklentiye giremeyeceğimi anlıyor ve daha da kabuğuma çekilme ihtiyacı hissediyordum. çünkü bunun içerisinde bir ayrıma gelip çatıyordum. zira bunda ciddi şekilde insanın kendisini yitirdiği, dahası birçok şeyi değersizleştiği ve anlamsızlaştığı düşüncesine kapılıyordum. kendince çok şeye değer veren, dahası her şeyde anlam kaygısı güden benim gibisi için zor bir süreç oldu. yani yükü yine sırtlanıyordum fakat her yere bırakışımda onu tekrar kaldırmak zor geliyordu. bunun kopukluğu da sorunlar açtı tabi başıma. neyse bu kısmını uzatmayayım, sizi de pek ilgilendirmeyebilir zaten.

sizi ilgilendirebilecek, yani etüt ettiğim şeyler neler peki? bunu ben sorumlulukla irdeledim. temelde özgürlük ve sorumluluk arasında bir kutuplaşma vardır malum. insanlar sorumluluklarından sıyrılabildiği ölçütte özgür olduklarını düşünürler. fakat her insan kaçınılmaz olarak, kendi dünyasından, yaşayışından, seçimlerinden, hareketlerinden tamamıyla sorumludur. işte buradaki özgürlük ürkütücü bir kavramdır. çünkü özgürlük de burada bir tür sorumluluk olur. hem de gayet ciddi bir sorumluluk. benim takıldığım temel nokta insanların tüm bu yansıttıklarından, etrafa yaydıkları yaşayışlarından ne tür bir sorumluluk hissettikleriydi. dışa dönük yaşamlarında genellikle özgürlüklerini yansıtırlarken, kendi kendilerine karşı da bir tür bağlayıcılık yarattıklarını gözlemledim. şöyle ki; dışarıya yansıttıkları dünyalarındaki özgürlüğe yönelik insanlardan gelen tepkilerle motive olmaya çalışarak kendisine karşı sorumluluklarından kaçmaya çalışmaları gibi bir durum oluşuyordu. fakat bu temelde çok tutarsız bir durum. kimse kendisine karşı sorumluluklarını başkasından gelen tepkilerle ölçüp - biçemez. dışarıya karşı sorumsuz olup da kendisine karşı sorumluluklarından kaçamaz. böyle bir özgürlük yok maalesef. herkes her şeyi ile yüzleşmek zorundadır ve herkes yüzleşebildiği ölçütte alanını genişleterek özgür olabilir diye düşünüyorum. yani diyeceğim o ki; özgürlük o kadar kolay elde edilebilecek bir şey değil, bu yaptığınız şey bir özgürlük değil bas baya bir tür tutsaklık. insanları birbirlerine bağlayan bir tür tutsaklık.

işte burada yer edinmek üzerine temel sıkıntım bu. ben bu esaretin içerisinde yer alamayacak kadar kendim ile uğraştığımı ve kendimdeki sorumlulukları yıkarak özgürlüğünümü elde etmeye çalıştığımı düşünüyorum. ve ileriye dönük hayattan beklentilerim de bunun üzerine kurulu, daha da bu konuda yapmam gereken çok şeyin var olduğunu biliyorum. fakat şimdi bunu teslim edebilmem, yani teptiğimi düşündüğüm onca yoldan cayabilmem pek mümkün görünmüyor. bu tarafta herhangi bir ilerleme göremiyorum.

peki bu yıkıcı olmayı mı gerektiriyor? insanların bu ilerlemelerine saygısızlık etmek mi gerek yani? elbette gerektirmiyor. her şeyi en başında boş verebilirdim. ama tüm bunlara bir kere kafa yordum ve bu beni bir şekilde içine çekti. ve sonuç olarak bunun içinde bir yer edindim. benim dışa dönük olarak gerçekleştirebileceğim sorumsuzluk da bu oldu işte; bir tür saldırı. üstelik ben bununla kendimi motive de edemezdim ve fazlasıyla üzerdim ki böyle oldu zaten. fazlasıyla anlam kaygısına düştüğüm zamanlar böylesi durumlara girebiliyorum. aslında daha ziyadesi burada bir saf belirlemem, çizgimi çizmem, bunun için de kendimi korumam gerekiyordu.

temelde takıldığım şeyler de bu eksende düşündüğüm şeylerle bağıntılı oldu sanırım. sosyal medya konusu, makyaj konusu vs. paralellik gösteren noktaları olduğunu düşündüm. en basitinden insanların hayatlarını afişe etmelerindeki güdülenme ile makyaj konusundaki hassasiyetlerindeki güdülenme benzer geldi. ikisinde de dışarıya karşı iyi görünme ve bu doğrultuda göreceği takdirler ile kendini gerçekleştirmeye yönelik bir bağ var gibi. fakat insanların dışa dönük bu tutumları ile kendilerini gerçekleştirmelerinin mümkün olmadığına inanıyorum. herkesin kendine karşı sorumluluğu olması gerekirken, dışarıya karşı sorumsuz bir şekilde yayılmaları ve bununla özgürlük elde ettiklerine inanmaları bir kurtuluş değil. bunlarla bir yere kadar kaçılabilir.

buradan temelle daha bir çok şeye varılabilir. mesela etrafımızdaki olmaması gereken şeyleri olağan karşılanması gibi. bunu yapan insanlar genellikle kendilerine kabul ettiremedikleri şeyler olduğundan ve dışa dönük bir dünya inşa ettiklerinden kontrollerinin de dışarıya bağlı olduğuna inanıyorlar. haliyle hiçbir şeyin düzelmesi için bir çaba gösteremiyorlar, her çarpıklığa dahil oluyorlar ve bunun bir parçası olduklarını kabul ediyorlar.

bunun neresinden bakarsak bakalım; insanın kendisi ile yüzleşmesi, kendini gerçekleştirmesinin tek çıkar yoludur. dışarıya dönük bir gerçekleşme yoktur, bu günümüzün en büyük yalanlarındandır ve buradaki çarpıklığın da en temel sebebidir bana kalırsa. insanların doğruları ortak kabul görmüş doğruları benimsemeye yönelik bir çabaya dönüşmüş durumda. fakat bu çok boş bir çaba, her insanın kendine has doğruları vardır/olmalıdır ve bundan da tamamen bağımsız bir birey olarak kendisini sorumlu hissetmeli ve bu uğurda kabul görmeye çalışmalıdır. bunun için ilkeler edinmeli ve bu ilkeleri kendini bağlayıcı, özgürlüğünü kısıtlayıcı doğrultuda değil kendini özgürleştirmede, kendini gerçekleştirmede kullanabilmelidir. insanlar tarafından kabul görmek mutlak bir şekilde onlara uyum göstermekten geçmemeli. bu şekilde kabul görmek çok önemsenmemeli, bu çeşitliliği azaltır ve insanları sürüler halinde bir tür koyuna çevirir. tüm bunların sonucunu abartabilirim; bunun dünyayı cehenneme çeviren bir şey olduğunu bile söyleyebilirim. kavgayı, cinayeti, savaşı daha nice kötülüğü bile buna bağlayabilirim. çünkü bu şekilde gerçekleştirilen yaşayış, her türlü dış etkene açık, her türlü basit imajlarla şekillenebilen ve bu doğrultuda atılan her yemi kolayca yutan insanlar yaratan berbat bir durum diye düşünüyorum. bugün iletişim olanakları arttıkça insanlara sunulanlar arttı ve bu durum şiddetlenerek büyüyor da.

bunu, "herkes bununla mutluysa sorun yoktur, bundan sana ne?" düzeyine indirgeyemeyeceğimizi düşünüyorum. bu şekilde bir mutluluğa da inanmıyorum. zira söz konusu mutluluğu idrak edecek bir benlik göremiyorum. söz gelimi insan başkası için mutlu olmaz, kendi için mutlu olabilir; başkasının istediğine yönelik göründüğüyle mutlu olmaz, kendi olarak kabul gördüğüyle mutlu olabilir. yani ancak kendine dokunan, kendine yarayan ile mutlu olabilir. hepimiz toplumda kendimize has niteliklerimizle kabul görmeye çalışmalıyız ve bizim için gerçek olan şey şüphesiz ki budur. olması gereken de hepimizin gerçekliği olmasıdır.

çok uzadı. benden bu kadar, daha da savunamayacağım. bir işe yararsa eğer iyidir, bu kadar uğraştığıma değer. yaramazsa da sağlık olsun ne yapalım.

3 Temmuz 2012 Salı

opeth - a fair judgement

orijinali elbette daha iyi, hele ki böylesi güçlü bir parça için;


efsane lamentations konserinden;

bu parça ara ara beni yakalayıp kendine esir ediyor. 
çocukluğumdan beri usanmadan dinleyebildiğim ender parçalardan.
ayrıca inişleri çıkışlarını açısından yüksek sesle dinlenmesi daha makbul.


sözler;
Losing sleep, in too deep
Fading sun, what have I done
Came so close to what I need most
Nothing left here
Cut the ties, uncover disguise
Left behind all intertwined
Lost control, moved out of the role now
Nothing's left here
Leave it be
It was meant for me
Soul sacrifice
Forgot the advice
Lost track of time
In a flurry of smoke
Waiting anxiety
For a fair judgement deserved
-----------------------------------------------------
uykuyu kaybederek,çok derinlere
güneşi soldurarak ne yaptım ben
en çok istediğim gibi yanıma gel
burada birşey kalmadı
bağları kes,gizliliğin örtüsünü kaldır
bütün sarılanları geride bırak
kontrolu kaybettim,rolun dışına çıkma zamanı
burada birşey kalmadı
olduğu gibi bırak
bana söylendi
ruhun kurban edilişi
önerileri unuttum
zamanın izini kaybettim
bir duman esintisinde
heyecanla bekleyerek
dürüst bir yargılanmayı hakettim