24 Kasım 2012 Cumartesi

intouchables

Bu tarz filmler yapmak zor olmalı diye düşünürüm hep. Zira büyük bir meydan okuma hikayesi varsa elinizde ve verdiğiniz mesaj büyükse, bunun kusursuz olması gerek, en ufak hata affedilmez. Duygu sömürüsü ile, samimiyetsizlikle suçlanır.

Şimdi dramatik bir durum ile komedi yaratarak izleyenleri alaşağı etmesinden ziyade ben bu filimi samimi kılan, iki uç noktayı birbirine kaynaştırmaktaki ustalıklara değinmek istiyorum. İki uç yaşamın kesiştiği dostluğu öylesi bir perspektiften gösteriyor ki, aslında o kadar uç olmayan, aralarda sıradan yollara inat kestirme köprüler olan bir bağ var. Başlangıçta Philippe tekerlekli sandalyeye mahkum olmasına rağmen yaşama iradesini olumsuzlamamış, kendini geliştiren, dışa dönük, alaycı bir karakter. Sadece bu bile Driss ile arasında bir köprü oluyor. Zira Driss de zor koşullarına rağmen yaşamdan zevk alan bir mizaca sahip. Bu ortak noktada dostlukları gelişince hikaye samimi bir hale bürünüyor. Philippe’in tekerlekli sandalye mahkum oluşu da, Driss’in onun bakıcısı olması da zamanla filmin hikayesinde zihinlerimizden siliniyor ve geriye sadece onların dostlukları kalıyor. En sonunda da bu dostluğun bıraktığı tad ve bir tebessüm haliyle film bitiyor.

Philippe zenginliğinin ve bunun getirdiği sosyal düzeyin keyfini süremeyecek bir durumda olduğu aşikar. Hali hazırda sağlığı yerindeyken bile adrenalin işlerine atılmış ve paraşüt kazasında felç olmuş olması manidar bu açıdan. Bu yüzden onun karakterine en yakın olan, kendi aristokrat çevresindeki sıkıcı insanlardan ziyade, aşağı tabakadan basit fakat neşeli bir insan oluyor. Aristokratların geliştirdiği değerler artık öylesine bir düzeye ulaşmış ve yaşam normunu öylesine bir pragmatik hale getirmiş ki bunun içerisinde hele ki tekerlekli sandalyede var olabilmek Philippe için zor, mizacına ters bir durum. Mesela bir tuvalin üzerine sıçratılmış birkaç kırmızı boyanın binlerce euro ettiği bir değerden bahsediyoruz. Gözün gördüğünden, gönlün hissettiğinden daha derin anlamlar yüklemek neyi değerli kılmış ki? Hem Philippe değil mi ki bunca varlığın içinde sakat kalmış, böylesi düz ve basit bir kadere mahkum olmuş? Bu hayatı derinleştirmenin manası nedir ki? Aksine basitleştirmeli, gözün gördüğüne, gönlün hissettiğine indirgemeli. Driss dostluğu ile bunu sağlıyor işte.

Trajedi her zaman insanı kaderine razı etmeye zorlar, yaşamı karamsar hale getirir. Komedi ise daha çok yaşamı iyimser kılar. Karamsar bir yaşamın gelecekten yana umut dolu olması pek mümkün değilken, iyimser bir yaşam gelecekten yana umut dolu olur. Philippe iyimser olmaya meyilli yaradılışı ile, gelecekten yana umutlanması gerek fakat bunu gerektiren koşullardan yoksun. Mesela bir sahnede Driss’in “senin yerinde olsam intihar ederdim” demesi; yani bu tabloda iyimser olunamayacağı, gelecekten yana umutsuz düşüp hayata son vermenin daha makul olacağını ifade etmesi çok manidardır. Philippe ise “bu halde bile insan intihar edemiyor işte” diyerek aslında onun Driss’ten dahi iyimser olduğunu, ve geleceğinden yana umutlu olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.

Diğer yandan Philippe durumunu kabullenmiş bir şekilde iyimserliğini koruyacak kadar da gerçekçi. Mektuplaştığı kişi ile buluşamayacak kadar gerçeğini biliyor. Driss ise bu konuda dahi ileriye götürmekte direniyor ve son sahnede ona sürprizini yapıyor. Önce Philippe kendini "pragmatik" olarak tanımlaması ve daha sonra Driss'in de bu tanımlamayı kullanması aslında iki insan arasındaki faydanın, yaşamı olumlayan doğrultudaki faydada yattığını simgeliyor tabi burada ve tanımlamayı dostluklarıyla gerçek yapıyorlar. 

Hakkında çokça şey yazılır aslında da... neyse artık ben bişey demiyorum.

18 Kasım 2012 Pazar

altı üstü birkaç plastik kapak falan filan işte

kuşların cesetleri çürüyüp toprağa karışarak yok olurken, o plastikler hala orada duracaklar; sonraki birkaç neslin daha canını almak için!

Fotoğrafçı Chris Jordan’ın tüketimciliğin doğaya etkisinin ne boyutlarda olduğunu göstermesi açısından Kuzey Amerika ve Asya'nın yaklaşık olarak tam ortasında bulunan Midway Adaları'nda yaptığı çalışma bu yokoluşun bir başka boyutunu ortaya koyuyor.

Pasifikte sahile vuran plastikleri besin maddesi sanan anne albatros kuşlarının bu plastikleri yemesi, bebeklerine de yemeyi öğretmesi ile normalde 50 yıl kadar yaşayabilen kuşların 1 yıl içinde ölüp hızla çürümesi bugün karşı karşıya olduğumuz acı gerçeğin kanıtı. Üstelik sadece albatroslar değil, birçok kuş ve deniz türü yok olma tehdidi ile karşı karşıya ve durum yalnız Pasifikte değil tüm dünyada aynı…

12 Kasım 2012 Pazartesi

alışkanlık ve özgürlük


'Geçmişten kurtuluş olmadıkça özgürlük olamaz, çünkü zihin hiçbir zaman yeni, taze ve masum değildir. Yalnızca taze, masum zihin özgürdür. Özgürlüğün yaş ile, deneyim ile ilgisi yoktur; ve bana öyle geliyor ki özgürlüğün ruhu, bilinç ve bilinç dışındaki alışkanlık düzenini anlamakta yatıyor. Alışkanlığı sona erdirmekten değil, alışkanlığın yapısını anlamaktan söz ediyorum. Alışkanlıkların nasıl doğduğunu, birisini reddederken veya ona direnç gösterirken nasıl diğerinin ortaya çıktığını izlememiz gerekiyor. Önemli olan alışkanlıkların tümüyle bilincinde olmak; işte o zaman artık alışkanlık oluşmadığını göreceksiniz. Alışkanlığa direnç göstermek, onunla boğuşmak, onu reddetmek onu yalnızca yaşatır. Belirli bir alışkanlıkla savaşırsanız onu güçlendirirsiniz, bu da ayrı bir alışkanlık haline gelir. Ama alışkanlığa direnmeden basit bir şekilde onun yapısının farkında olursanız ondan kurtulduğunuzu görürsünüz ve bu özgürlükte yeni bir şey oluşur.

Yalnızca durgun ve uyuşuk bir zihin alışkanlık yaratır ve ona yapışır. Her an dikkatli olan bir zihin, ne söylediğine, ellerinin, düşüncelerinin, hislerinin devinimine dikkat eden bir zihin, alışkanlıkların artık oluşmadığını keşfeder. Bunu anlamak çok önemlidir, çünkü zihin bir alışkanlıktan vazgeçerken bu süreç içinde bir diğerine geçiyorsa hiçbir zaman özgür olamaz ve yalnızca özgür bir zihin kendi ötesinde bir şeyleri algılayabilir. ''

Krishnamurti (Yaşam Kitabi - Alışkanlıklar)

10 Kasım 2012 Cumartesi

yeni


Yeni bir şeyi ilk önce görmüş olmak mı yoksa herkesin gördüğü ve gözün alıştığı bir şeyi yeni olarak görmek midir asıl gerçek yenilik algısı? Sürekli değişen ve hızına erişemediğimiz bir yenilenme çağında, bunun ne kadarını idrak edilebiliriz? Salt adı yenilik diye mi yenidir yoksa sahiden bize yarar bir yenilenme söz konusu mudur?

Yenilenmenin sıradanlaştığı, rutinleştiği bir çağı yaşıyoruz bana kalırsa. Sürekli artan çeşitlilik ve yenilenme insanın benimseyemeyeceği kadar hızlı seyir gösterirken, her şeyin havada kaldığı bir anlamsızlık içerisinde bocalıyor gibiyiz. Her şey gözümüzün önünde, elimizi uzatarak basitçe ulaşabileceğimiz şekilde fakat tek bir cebimiz dahi yok, tuttuğumuz elimizde kalıyor, bir başkası için elimizdekini bırakmamız gerekiyor.

Herhangi bir şeye sahip olmak tutkusu, sırf yeni bir tür etkinlik çerçevesinde gerçekleşirken, haliyle sahip olunan şey aslında bize ait olmuyor bile, buna zaman tanınmayan bir durum söz konusu. Hemen hemen her şeyin kısa sürede yenisi çıkıyor ve sahip olunan şey o an eskimiş oluyor. Bunun bilincinde olduğumuzdan aslında herhangi bir şeyi yenilenmiş olarak göremiyoruz, yenilemeyi bir tür etkinlik olarak görebiliyoruz yalnızca.

Peki idrak edebildiğimiz düzeyde bunun neresindeyiz? Elbette yenilenmiyor, aksine sıradanlaşarak eskiyoruz. Çoğu şey işlevini yitiriyor, amaçsızlaşıyor. Sadece yenilenmesi bir tür işlev addedilirken, asıl işlevi bize herhangi bir şey ifade etmiyor. İşlevsiz kalan her şey de eskimeye mahkum oluyor.

İnsanın bir şeyi benimseyebilmesi için önemli bir koşul olan “yaşanmışlık” hiçe sayılabiliyor. Zihnimiz dahi çoğu şeyi birbirine bağlayarak anlamlandırabilirken, etrafımızda sürekli yenilenen şeylere anlam kazandırabilmemiz mümkün değil. Misal “vintage” denen bir olgu doğdu günümüzde; hazır yaşanmışlık hissi vermesi için, anlamlandırabilmemiz için. Nitekim bu da yaşanmışlığın içini boşaltarak anlamsızlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Yaşanmışlık bile bizim insanlığımıza mahsus bir şey değilmiş, o dahi fabrika tezgahında üretilebilen bir olguymuş gibi. Eskitilmiş yeniler, bize ait olmayan, tornadan çıkmış bir yaşanmışlık kazandırırken, insanları da tornadan geçiren sıradan bir yaşam bahşediyor yalnızca.


storm corrosion - drag ropes

7 Kasım 2012 Çarşamba

hüzünlü ruhlar ve huzur


‎''Hüzünlü ruhlar benzer biriyle karşılaştığında huzur bulur. Bir yabancının yabancı bir diyarda başka bir yabancıyı gördüğünde sevinçle el çırpması gibi, şefkatle birleşirler. Hüzün ortamında birleşen yürekler mutluluğun zaferiyle ayrılmayacaktır. Gözyaşlarıyla yıkanan sevgi sonsuza kadar saf ve güzel kalacaktır.''

Halil Cibran

2 Kasım 2012 Cuma

porcupine tree'den yeni konser dvd'si

dinleyenler bilir ki porcupine tree'nin konser dvd'lerindeki parça yorumları orijinal albümlerindeki yorumlardan daha iyidir. bir nevi profesyonel hücum kayıt gibi yaparlar konserlerini. sound kalitesi bile daha iyi yani o derece. haliyle yeni bir konser dvd'si çıkartacak olmaları, yeni bir albüm çıkartacak olmalarından bile daha heyecan verici.  19 kasımda çıkacakmış.