27 Şubat 2012 Pazartesi

bin-jip

bu film üzerine ne söylesem saçmalamış hissederim kendimi. lakin buradaki varlığım ziyadesiyle saçmalamak üzerine olduğu için söylemeye karar verdim. evet, bin jip’i yani bir kim ki duk filmini anlatmaya çalışacağım.

bu filmi her izlediğimde kendimi iyi hissederim. özellikle de hani şu tokat yediğimiz zamanlar olur ya; işte bu zamanlar için birebir gelmiştir hep. her şeye karşı güçlü bir “kayıtsızlık” kazandırır. çok yüksek sesli bir suskunluk gibidir. huzur bulurum her defasında.

hiç konuşmayan, yeri yurdu olmayan bir adam. tek mülkü, konar göçerliğini simgeleyen motosikletinden ibaret. insanlarla yaşamak için konuşmak gerektir. o ise konuşmadığı için insanlarla değil, onların eşyalarıyla yaşamayı tercih eder. boş evlere girer çıkar. evlerdeki bozuk eşyaları tamir eder, kirli çamaşırları yıkar. konuşa konuşa birbirlerini tüketmiş olan insanların evlerindeki bu konuklukta, onu ağırlayan insanlar değil eşyalardır. insanlar zaten bir yabancıyı ağırlamak istemezler ya. ama eşyalar kayıtsızdır. pek güzel, pek kayıtsız ağırlarlar her evde onu. konuşanların sesleri ile inleyen o evler, bir konuşmayanın dokunuşu ile şenlenir adeta.

ve bir gün, her zaman yaptığı gibi, konuşan insanların acılarının biriktiği bir eve girer. kahramanımız yemek yer, banyo yapar, çamaşırları yıkar, çiçekleri sular, bir tartıyı tamir eder. fakat bu sefer ev kimsesiz değildir. konuşanların dünyasından kopmuş, kimsesiz kalmış bir kadın da vardır. o da kayıtsızlaşmıştır. kocası tarafından bir mülk addedilmiştir çünkü. ve o da kahramanımıza katılır. insanların tanımlaya tanımlaya birbirlerini mülk addettiği bir dünyadan çıkıp, tanımsız, sahiplenmesiz bir konar göçer yaşama geçer. bu yaşamında mülkü yoktur, bir sahiplenme söz konusu değildir. sadece yaşamak vardır. eşyalar ile yaşamak. içerisinde yaşanmamış hayatlar olan evleri yaşamak.

ve elbette bir aşk vardır artık. mülkü olmayan iki suskunun aşkı. onlar birbirlerini tanımlamaz, hayatlarını tanımlamazlar. sadece yaşarlar. dünya üzerindeki, evler içerisindeki her şey insanlar yaşasın diye değil miydi zaten? onlar da yaşarlar işte. hem de çeşit çeşit yaşarlar. her şeyin hakkını verirler. yerler, içerler, banyo ederler. çamaşırları yıkarlar, eşyaları tamir ederler. onlar tüm eşyaları severler ama onlara sahip olmazlar. onlar aslında insanları da severler ama onlara sahip olmazlar. ve sonunda onlar birbirlerini de severler ama sahip olmazlar. sevmek ve yaşamak vardır; insanların bedenleri de, eşyaları da gelip geçidir çünkü.

natacha atlas - gafsa

nomen'in bu film hakkında yazdıkları için; http://eski-tas.blogspot.com/

25 Şubat 2012 Cumartesi

zehirlenmek

Bedensel Zehirlenme

yediğimiz hangi besin yarıyormuş? aslında yarayan hiçbir şey yok ortada. tüm besinler sadece bizi zehirliyorlar. hepsi! “sağlığa yararlı besin” mi varmış? nasıl yararlı? insana hiçbir şeyin yaraması mümkün değil. söz gelimi; brokoli sağlığa yararlı mıymış? hadi ordan. günaşırı brokoli yersek mesela, yahut bir oturuşta kilolarca brokoli yesek, yarar mı bize? yarayan hiçbir şey yok aslında. sağlıklı denilen yiyecekler sadece bizi daha az zehirleyen yiyeceklerdir. sağlıklı beslenirsek de en fazla birkaç yıl fazla yaşarız. hepsi bundan ibaret işte. daha az zehirlenirsek, kazanabileceğimiz en fazla birkaç senedir yalnızca. ortada bize yarayan, bize fazlalık kazandıran hiçbir şey yok.

doymak bilmez oburlar. kim söyledi size yediklerinizin yaradığını? görmüyor musun ne kadar da zehir birikmişsin.

ve yediklerinin yaramadığını bilip de spor yapanlar. ne kadar da uğraş veriyorsun zehirlerini vücudundan atmak için. ama asla tamamen atamayacağını bil. bu en fazla zaman kazandırır. hepsi bundan ibaret.

Ruhsal Zehirlenme

güzel geçmiş günlerini kim şimdi tebessümle anar? ya da kötü geçmiş günlerini kim anmak ister bir daha? yaşadığın ve yaşıyor olduğun her şey; zehir hepsi bunların. hiçbiri yaramadı ve yaramıyor. sadece tatları farklı bunların; acı ve tatlı zehirlerimiz var. tıpkı yediğin besinler gibi; yaşadıkların da zehirledi seni. en iyi dostlarınla geçirdiğin tatlı günler, seviştiğin tatlı sevgilin, kavga ettiğin acı dostun, yaptığın acı hatalar, kazandığın tatlı başarılar… hepsi ama hepsi zehirledi. tatlısını da, acısını da ne kadar fazla yaşadıysan, o kadar çok zehirlendin.

hayatta her şeyi tüketen oburlar. kim söyledi size bunların yaradığını?

ve çok düşünenler. bedeni için spor yapanlara benzetirim ben bunları. ne kadar düşünürsen düşün asla tamamen arınamazsın bu zehirden. belki biraz azaltırsın hepsi bu. bu da sana en fazla zaman kazandırır.

24 Şubat 2012 Cuma

derenin kenarına yattım da uyanamam


derenin kenarına yattım da uyanamam.
dere akıp giderken başucumdan, ne de tatlı gelmişti kıyısında uyumak. asırlar geçti, dere göl oldu da ben hala uyanamadım.
şimdi benim yaşım da 18 olaydı. uyur muyum sanıyorsunuz?

 ayrıca herkesin tulumu kendisine. tüfekleri satıp tulum almalı.

23 Şubat 2012 Perşembe

20 Şubat 2012 Pazartesi

salçalı ekmek - ekşi sözlük

sabah sabah beni gülümseten, içimi ısıtan bir hikaye :)

Yazan; imagine (18.11.2004 03:06)

5 yasindayken karsi komsumuzun kizina asik olma sebebimdir bu.. zannederdim ki benden soyle bi 5-6 yas buyuk olan o abla mukemmel bir insan ve o guzel tadi sadece o yaratabilir.. yani onunla evlenirsem butun gun boyunca, aylarca, yillarca bu mukemmel seyi tadabilirim.. (bkz: ozer ciller mantigi)

her gun aksam saat 6 civarlarinda evden bir yolunu bulup bir bahaneyle sivisir karsi kapiyi calar, ben gelidiiim diye buyuk bir rahatlikla iceri dalar sonra saga sola nerde benim salcali ekmegim bakisi atar, az sonra buyuk bir mutlulukla kafam ebatlarinda ki ekmek dilimiyle gures tutmaya baslardim.. abla da bana asikti besbelli ki bazen ben daha gelmeden hazirlardi ekmegimi..

daha sonra o mahalleden tasindik, o mahalleden aklimda kalanlardan biri de saclali ekmegin tadi oldu.. bir gun aklima dustu yine bu tad, hemen dolabi actim surdum ekmegin uzerine salcayi.. ayni degil.. diger baska bir salca denedim.. olmadi.. anneme sordum, tarif etti, yaptim.. tutmadi.. kafayi yiycem, 11 yasinda kiz cocugunun hazirladigi guzellikte salcali ekmek hazirlayamiyorum.. hayir yine guzel guzel olmasina da ben o tadi unutmadim hic, bu tad o tad degil..

daha sonra universiteye girdim, salcali ekmeksiz yillarim gecti, sonra mezun olacagim sene yine okulda salcali ekmeksiz bir sekilde yururken birden onu gordum.. bana bakti kafasini cevirip, sonra tam onune bakacakken bi daha dondurdu basini, hatirlamisti beni.. togay merhaba dedi.. hatirladin mi beni? ben seni hic unutmadim ki diyemedim ablaya.. ogrendim ki okulda doktora yaparmis.. eh salcali ekmek yapan doktora da yapar, misal ben yapamiyorum salcali ekmek o yuzden master basvurularim bile kabul edilmiyor.. acilmis sacilmis biraz.. makyaj desem sanirsin sebnem ferah konsere cikiyor.. saclar desen cilgin atiyor, ahenkle break dance yapiyor..

kisa bir sure havadan sudan konustuk, yaninda erkek arkadasi ve bir kac kiz arkadasi daha vardi, butun kafalar 15 yil sonra birbirimizi ilk defa gordugumuz icin bize donuktu.. cesaret edipte abla sen bu salcali ekmegi nasil yapiyodun allah askina noolursun soyle diyemedim.. kisa kesip gorusuruz sonra diye ayrildim yanlarindan salcali ekmeksiz.. salcali ekmeksiz yurudum servise dogru.. haykirdim icimden: sen kaybettin kizim, o yaninda oturan sunepe kilikli herif senin yaptigin salcali ekmegi asla benim kadar sevmedi, sevemez.. herifte sevecek tip yok zaten belli.. fettucine sever o, ne bileyim lazagna sever, istakoz, havyar sever.. ama onlarin hic biri benim salcali ekmegimin masumiyetinde olamaz..

kaynak http://www.eksisozluk.com/show

13 Şubat 2012 Pazartesi

nietzsche - erdem kürsüleri üzerine - okan bayülgen

Okan Bayülgen, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabından pek sevdiğim bir bölümünü okuyarak kapatmış geçenki programını.

12 Şubat 2012 Pazar

antichrist

lars von trier’in filmlerini izliyorum bir süredir. kendimce bir sıralama yapmıştım ve sıra antichrist’e gelmişti. bir süre kaçtım. araya başka filmler filan soktum. ama dün izledim sonunda. ve evet kaçtığım kadar varmış. acayip rahatsız oldum izlerken. adam bu işi sahiden iyi beceriyor. kendisini takdir ettim bir kez daha.

hakkında bir şeyler yazmaya cüret edeceğimi sanmıyordum ama bu filmden sonra denemek istedim.

bir doğada yaşıyoruz neticede ve bu doğanın bir parçasıyız. bir de “insan” olmamızın getirdiği bir insanlık doğamız var. insanlığımız ki, doğada diğer canlılar gibi içgüdüsel doğrultuda yaşamıyor. doğa bizi yaşıyor, fakat biz onu insanlık bilincimizle yaşıyoruz. diğer yandan, doğa bizi yaşarken de, onunla anlaşıp anlaşmamak bize kalıyor. doğa kudretlidir, hep bir şaşmazlık içinde işler. biz ise ona içgüdüsel bir uyum sağlamak veya sağlamamak durumda kalırız çoğu kez. bazen doğa bize yaşam enerjisi veren bir güzelliktir, bazen de her şeyi hunharca katleden bir katil. bu tamamen bizimle ilgili. doğa şaşmaz, o bize böyle tavırlar almaz neticede.

ve kadınların doğadaki konumu. kadının doğurmak, yaratmak gibi bir niteliği var. insanlık doğası yönünden düşünülürse korkunç bir durum. akıllara zarar yani. film burada, bir kadının çocuğunu kaybetmesi üzerine kurularak mesajını iletiyor. çok ağır mesajlar tabi bunlar;

yalnızca çocuğumuzdan ibaret bir kök salabilme durumumuz var şu doğada. doğa hepimizi sindirecek, yok edecek neticede. yaratabileceğimiz ve ardımızda bırakabileceğimiz tek şey bu. ve kadın bunu yitiriyor. doğa ile bağlantısı olan köklerini yitiriyor. filmde çeşitli imgelerle bu mesaj pekiştiriliyor; kadının bir süre toprağa basamaması, sürekli gözümüze sokulan ağaç kökleri, sürekli devrilen ağaçlar vs. nasıl ki kadın kendisi kök saldıysa, köklerini de kendisi kesmiş gibi bir suçluluk duygusuna sahiptir. başta da dediğim gibi; doğa kimisine güzellik, kimisine ise katil olup çıkar. işte kadın için doğa her şeyi hunharca katleden bir katil olmuştur artık.

adam ise doğa ile insanlık doğasının bileşkesi görevini üstleniyor gibi. mesleği de bu yüzden çok manidar; psikolog. kadın doğayı, erkek ise rasyonelliği temsil ediyor bir yerde. çocuğunu kaybedince, kadın da tıpkı doğa gibi rasyonelliğini yitiriyor. bizi insan yapan bilinç rasyonelse de, doğa rasyonel değildir neticede. kadın yaşadıklarından sonra insanlık doğasını yitirince, erkek bunu yeniden tesis etmek için rasyonelliğini, psikoloji bilimi kullanıyor. fakat işler pek sağlıklı gelişmiyor.

kadın insanlık doğası gereği bir suçlu ve ceza çekmesi gerekiyor. erkek ise rasyonel davranıp cezanın doğallığını yadsıyor ve kadının bu yas sürecine sağlıksız bir müdahalede bulunmuş oluyor. kadını hayata rasyonellik ile bağlarken, doğal gelişimi sekteye uğratıyor. kadını korkularıyla yüzleştirmek, hepsinin üzerine giderek onları alt etmek ile tez vakitte sağlığına kavuşturabileceğine inanıyor. tüm bu yüzleşmeler sonrasında, kadın inceldiği yerden kopuyor. daha sonra korkunç şeyler oluyor.

diğer yandan rasyonel erkek için de içsel bir değişim söz konusu. adım adım kadının sürüklendiği noktada, kendisi de bir tür değişime uğruyor. doğada karşısına çıkan çeşitli imgeler sürekli bir mesaj iletiyor ona. bu işin sonunun hiç iyi bir yere varmayacağını kestirmeye başlıyor. kadının korkuları için çizdiği piramitin tepesine, kadının kendisini yazdığı an da film kopuyor. bunu baştan farkına varabilseydi şüphesiz farklı şekillerde gelişebilirdi. fakat bilim ona kazandırdığı rasyonellik yüzünden, bu gerçekten kendisini de, kadını da uzaklaştırmaya çalışması sağlıksız bir gelişime sebep oluyor. insanoğlunun bazen en korkunç düşmanı kendisidir mesajı çıkıyor burada.

yaratmak ve öldürmek. bu doğanın kudretine mahsus bir olay değil de ne? peki ya kadınlar. onlar da böylesi ağır bir sorumluluk yüklenebiliyorlar sanki. şöyle sorayım; sevişirken çocuğunu ihmal edip, onun ölümüne sebep olan bir anne; doğada kendini bir yaratıcı olarak mı konumlandırsın, yoksa bir katil olarak mı? evet böylesi bir yere varıyor bu acımazsız film. çok canımı yaktın yine lars alacağın olsun.

5 Şubat 2012 Pazar

synecdoche new york

Bu filmi ilk 2008’de izlemiştim sanırım. Ucundan kıyısından bir şeyler anlamıştım sadece. Bir bütün olarak değerlendirebilecek bir algı boyutuna sahip değildim tabi o zamanlar. Fakat anlamlandırabildiğim birkaç parçası bile zihnimde acayip bir etki bırakmıştı. Hep bir şekilde oradaki tiyatro oyununun bir parçasıymışım gibi hissettim.

Artık zamanıdır dedim ve bugün tekrar izledim. İzlerken notlar tuttum. Neredeyse filmi komple kâğıda yazdım gibi. Her bir sahnesi, her bir diyalogu, her bir sözcüğü mesaj yüklü olan çok sarsıcı bir film. Tıpkı bir kitap gibi. İnsanın hayatını değiştiren türden...

Charlie Kaufman’ı seviyorum. Düşündüklerini ve yansıttıklarını çok önemsiyorum. Bu filmde senaryo ile de kalmamış ve yönetmenlik de yapmış. Tamamıyla kendi yapımı olmasından kaynaklanan bu özgürlük, filmi biraz daha karmaşık kılmış olabilir belki. Öyle insanlık zihnindeki normatif bir mizansen değil bu. Bu tür şeyler anlatmak derdinde değil Kaufman. Kim ne anlarsa diye ortaya bırakıyor. Ve ben her seferinde bundan büyük bir pay aldığımı düşünüyorum. Onun yaptığı işlerden çok fena etkileniyorum. Bu filmde kendimi kaybettim yine. Günlerce yatağıma yatıp sadece bu filmi düşünmek istedim. Bir çözüm mü veya bir soru mu bunu bilemiyorum. Kim ne anlarsa işte…

Filmin içeriği hakkında bir şeyler yazmak isteseydim sanırım onlarca sayfa yazabilirdim. Çok da yorulurdum bunu yaparken. Filmi izlerken 2,5 sayfa not tuttuğum düşünülürse.

Filmi sonra tekrar izleyeceğim elbette. Belki o zaman daha başka şeyler düşünürsem içeriği hakkında geniş bir yazı yazabilirim. Kendimde o gücü göremiyorum şu an. Bilmem kaçıncı izleyişimde belki kolay gelirse deneyebilirim.

Ayrıca filmden bazı metinler paylaşmak istiyorum. Bunu da sizlerin ilgisini çeksin de izleyin diye yapıyorum. Spoiler içeriyor gibi olsa da bu durumun kötü bir etkisi olacağını sanmam. Aksine filmi yorumlamada katkısı olacaktır. Zaten bu filmin tek bir kez izlenecek bir film olmadığını düşünüyorum.

Cenaze törende rahibin konuşması;
Herşey senin düşündüğünden daha karmaşık. Doğru olanın, sadece 10'da 1'ini görüyorsun. Verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. Her seçim yaptığında hayatını mahvedebilirsin. Ama belki de aradan 20 yıl geçer ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlayamayabilirsin. Ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. Sadece dene ve boşanmanın nedenini bulmaya çalış. Ve kader diye bir şeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. Ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. Zamanının büyük bir kısmı, ölüyken ya da doğmamışken harcanır. Ama yaşamak varken, sen, birinin gelip her şeyi düzeltmesini bekliyorsun. Bir telefon için, bir mektup için ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. Ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. Sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık ya da gerçekleşmesi imkânsız bir umut ile geçiriyorsun. Sana bağlılık hissettiren bir şey. Kendini bir bütün hissetmeni sağlayan şey. Sevildiğini hissetmeni sağlayan bir şey. Gerçek şu ki çok kızgınım. Ve gerçek şu ki lanet olsun çok mutsuzum. Ve gerçek şu ki, çok yalnız kaldım ve çok uzun süre çok acı çektim. Ve yalnız kaldıkça, bütün bu süreç zarfında iyiymişim gibi davrandım. Nedenini bilmiyorum. Belki herkes kendi dertleriyle ilgilenirken benim zavallılığımı duymak istemediği için. Pekala, herkesin a.ına koyayım. Amin…

Ellen’ın Caden’a talimatı;
Bir zamanlar önünde olan heyecanlı ve gizemli gelecek artık arkanda kaldı. Yaşandı, anlaşıldı, hayal kırıklığıydı. Özel olmadığını fark edeceksin. Var oluşunun içinde sıkışıp kalmıştın ve şimdi yavaşça kayıp gidiyorsun. Bu herkesin yaşadığı tecrübe. Her birimizin. Özgül şeyler bir anlam ifade etmez. Herkes herkes gibidir. Sen Adele'sin, Hazel, Claire, Olive'sin. Sen Ellen'sin. O'nun bütün küçük mutsuzlukları senin. Bütün yalnızlığı. Gri, saman gibi saçları. Kırmızı, soyulmuş elleri. Onlar senin. Artık bunu anlamanın zamanı geldi. Yürü. Sana tapan insanlar, tapmayı bıraktıkça öldükçe, yollarına devam ettikçe onları çıkarıp attıkça, kendi güzelliğini çıkarıp attıkça, gençliğin dünya seni unutmaya başlayınca, sen fani olduğunu fark ettikçe, özelliklerini bir bir kaybettikçe, seni artık kimsenin izlemediğini ve eskiden de hiç izleyenin olmadığını öğrendiğinde, sadece sürmeyi düşüneceksin. Ne nereden geldiğini ne de nereye gideceğini… sadece süreceksin, vakit öldüreceksin. Şimdi buradasın. Saat 7:43. Şimdi buradasın. Saat 7:44. Ve şimdi yoksun.

3 Şubat 2012 Cuma

düşündüm düşümden ayrı kaldım

90’larda çocuk olan birçoğumuz bu sözü ve bu sözün geçtiği parçayı hatırlamıştır herhalde. Belki 10-15 yıldır bu parçayı duymadığım halde şimdi birden bire aklıma gelivermiş olması çok garip.

Bir de şöyle bir şeyler var ekşisözlükte; http://www.eksisozluk.com/show.asp

1 Şubat 2012 Çarşamba

benzemek

tüm zehirli kelimeleri çıkarmak istiyorum lügatimden. ne bu kelimelerle düşünmek, ne de konuşmak istiyorum artık. düşünülmemesi gereken düşünceler başlıklı bir liste yapmalıyım. ve bu düşüncelerden uzak durmalıyım.

üslubum olmuş bazı şeyler var. değiştirmeli bunların hepsini. gerekirse kendimi unutup, sıfırdan başlayabilmeliyim. mesela bu da güzel bir üslup olabilir; her şeye sıfırdan başlayıp, unutup, tekrar sıfırdan başlayabilirim. her gün yeniden doğabilmeli bir çocuk gibi.

daha sonra bunlarla konuşup, bunlarla yazmalı. bunları düşünmeli.

her şeyden uzakken, hiçbir şeye benzemezdim ben. benzemeliyim artık. sürekli aynı yüz ile karşılaşacağını bilip, aynaya bile bakmazdım ben. değişmeliyim. benzemeliyim her şeye. ve aynaya baktığımda yüzümde görebilmeliyim hepsini.

burçlara inanmalıyım söz gelimi. sırf burcumda beni öyle anlatmışlar diye öyle olmaya bile çalışabilirim belki. bu hiçbir şeye benzememekten iyidir nasıl olsa.