kişilerin yaşam uzamlarının karşılıklı sınırlarının
bulunmayışıdır –ya da, sürekli, çiğnenişi…
Dünya bozuktur,
çünkü kişileri
kendi kendilerine
bırakmaz.
Bu durumdan, ama, o ‘ötekiler’ nedenli sorumluysa, kişinin kendisi de bir o kadar sorumludur
–çünkü, bir yandan, kişi kendisi de bol bol çiğner ötekilerin sınırlarını; bir yandan da, o (aynı) ötekiler, kişinin yaşam uzamının sınırlarını çiğnemek amacıyla yapmazlar yaptıklarını.
(“Hep birlikte masumdurlar; ya da, hep birlikte suçlu”…)
İnsanın aklının alamayacağı korkunçlukta gerçekleşen bazı olayların sebeplerini açıklamakta psikolojiden, psikiyatriden faydalanmak bir tür pratik haline geldi. Fakat bu izahlar olayın toplumsal boyutundan çok bireye indirgenmiş bir değerlendirmesi olarak kalıyor zihinlerde. Böyle olunca da insan kendi sorumluluğundan büyük ölçüde azade bir şekilde olayları unutup gidiyor. Haber başlıklarını bilirsiniz “bir anlık cinnet” “alkol ve psikolojik sorunları olan…” “ailesi ile sorunlar yaşayan ve psikolojik rahatsızlığı bunulan….” “maddi sorunlar yaşayan ve psikolojisi bozulan…” gibi gider bu.
Bu sefer her ne kadar gazete manşetleri ve haber metninin içeriği pek değişmese de en azından sosyal medyada müthiş bir toplumsal yüzleşme ve hesaplaşma oldu. Bu süreçte cinsiyetimden utandığım günler yaşadım. Gazetede görülünce “vah vah insanlar nasıl da cinnet geçiriyorlar, ülke de iyice bozuldu ha” diyerek geçiştirilen olaylardan birisi olmadı bu sefer. Herkes elini taşın altına koydu. Kadınlar yaşadıklarını anlattılar, erkekler (tabi çok çok az bir kısmı) yaptıkları hatalar ile yüzleştiler ve hatta bir kısmının yaptıklarını anlatarak günah çıkardıklarına dahi tanık oldum. Peki sonuç olarak bir şeyler değişir mi? Bence değişmez; bu akım zaten çok az bir kesimde cereyan etti. Asıl potansiyel suçluların bunlardan hiç haberi yoktur eminim, zaten haberi olsaydı da herhangi bir yüzleşme yaşaması beklenemezdi herhalde.
Bunu etraflıca düşününce, memleketin her yerinde ve her kesiminde yaşandığını da görünce, ister istemez sebepleri basite indirgenemiyor, bunun ciddi bir toplumsal çürümüşlük olduğu gerçeğiyle yüzleşiliyor. Elbette sadece bu konu ile de sınırlı değil, toplumda genel geçer bir decadence durumu hâkim. Bir kesim ne yaptığını, nasıl yaşadığını bilmez haldeyken bir kesim de huzursuz ve umutsuzluğa sürüklenmiş durumda.
Bunları değerlendirecek değilim herhalde, bu en hafif tabiriyle ukalalık olurdu. Ne halimiz varsa göreceğiz; toplum homojen değildir ama toplumun ahlaki çatısı heterojen de değildir, herkesi aynı potada eritir. Yukarıdaki alıntı da biraz bu yüzden ekledim aslında.
Hep birlikte masum değil de suçluysak eğer, ahlakın -yani toplumun öngördüğü davranış pratiklerinin- birbirimize karşı sınırları belirleyemediği, dahası sınır ihlallerinin meşrulaştığı bir bozulmuşluğa evrildiğini söylebiliriz. Zaten bu çatının amacı bizi kendi halimizde varoluştan alıkoymakken, bir de şu bozulmuş haliyle içerisinde bulununca, daha önceden bir nebze de olsa benimseyemediğimiz halde uyum sağlayabildiğimiz bu kurallar ilginç bir şekilde benimsenen fakat uyum da sağlanamayan bir hale geliyor gibi. Bu kıyamet ortamında bizler artık bireysel varoluşlarımızdan çoktan vazgeçtik, bari en azından diğer tarafı düzeltebilsek diyebiliyoruz ancak.
Tıpkı hassasiyet ve şiddet gibi; herkes kendince yol olarak seçip bu iki tarafa doğru çekildikçe aradaki bağ iyice gerginleşmiş, en ufak bir titreşimin her iki kesimden de herkesi savurduğu bir etki açığa çıkıyor gibi. Hal böyle olunca egemenler için daha ne olsun; ufak bir fiske vurması yetiyor ortalığı birbirine katmak için. Şu satırları yazdığım sırada yeni çıkan yasa ile artık kırılıp dökülen ne varsa tıpkı bir moloz gibi toplayabilme imkânına da kavuşuldu. Daha ne olsun?