31 Ağustos 2012 Cuma

aman safça öz sevgimize zeval gelmesin


Freud’un iki satırda özetlediği, birbirini takip eden dönüm noktalarını işaret eden bu süreçler, her ne kadar freud’un kendi gözünde bir darbe olarak nitelendirilmişse de, aradan asırlar geçmesine rağmen, bu darbelerin pek de sarsmadığı yaşayışlarımız/değerlerimiz aynen eskisi gibi devam ediyor. İnsanlık nezdinde bir darbe olarak pek kabul görmeyen, yalnız bilim açısından ve bilim adamları tarafından darbe olarak kabul gören, sadece akademik bir çevreyi ilgilendiren bir takım kavramlar olarak kalıyorlar her seferinde. Fakat bunlar insanlığı doğrudan ilgilendiren şeyler bence. Tek tek her bir bireyi ilgilendiren, dahası insanın kültürel mirasında çığır açacak ilerlemeler sağlaması gereken, gelecek nesilleri bizden birkaç adım öteye taşıması gereken bilgiler. Fakat pek bir değişim olmamış/olmuyor, günümüzde de görünen bir şey yok, insanlık hep atıl bir şekilde kalıyor. Her seferinde, bilim açısından ve bilim adamları tarafından, insanlığı değiştirecek, yeni bir düşünsel yapı oluşturacak beklentisi suya düşmüş gibi oluyor, her seferinde insanların bağnazlıklarının kökü çok derin çıkıyor ve bunlar bir türlü sökülüp atılamadan günümüze kadar yaşıyor/geliyor. Ve böyle de devam edecek gibi görünüyor.

Sonuç olarak, en son darbe açısından düşünürsek (psikanaliz darbesi) , geçtiğimiz bir asır boyunca, psikanalizi öğrenmiş olan belli bir akademik çevre ile psikanalizin konusu olan koca bir insanlık ayrımı söz konusu. Günümüzde, bu denli fazla bilginin olduğu bir ortamda (bilginin kolay erişilebilirliği de göz önünde bulundurulursa), insanlar, yaşamak için gereksiz eğitimlerle donaltılıp, kendisi için son derece gereksiz bilgilerle bir şeylere hizmet ederken, en önemli bilgiden, yani kendinden, kendi varoluş bilgisinden yoksun kalıyor. Hayat bilgisi, en çok hizmet etmesi gerekene, yani kendine hizmet etmiyor ve kendinden, gerçeğinden kaçmaya çalışarak büsbütün bir psikanaliz konusu olup çıkıyor söz gelimi. Bu dönüm noktaları bir şekilde insanlığı ilgilendirmeyen, bir bireyin yaşayışını ilgilendirmeyen bir bilgi olarak hep dışarıda kalıyor.

Bir insan kendi bilgisini bilmezse, doğumundan bu güne kadar kendisini şekillendiren etkenleri ve süreçleri kavrayıp, bunun bugüne yansımalarını idrak edemezse; bununla ilerisi için deneyim sağlayıp geleceğini şekillendirecek bir benlik inşa etmeye çalışmazsa, yaşamının anlamına nasıl bir cevap verebilir ki? Bu çok ağır bir soru mu bilmiyorum ama kendi adıma yaşamaktan anladığım şey bu soruya yanıt arama serüveni gibi diyebilirim. Hep kendimi bir bütün olarak kavrayabileceğime olan inancım, doğrudan yaşama karşı inancım oluyor sanki. Bu doğrultuda, bu arayışıma küçük yanıtlar oluşturacak, parçalarımı bulduğum her bir bilgi beni fazlasıyla ilgilendiriyor ve eğer bunlar benim dışımda kalırlarsa, kendimi hayatın dışında kalmış hissedebilirim.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

hayatı meşru kılamamak


Kadere hanginiz inanmaz ki. Kiminiz din der, kiminiz burçlar der bir şekilde gidişatını kadere bağlar. Başınıza kötü bir şey gelince “hay bu kaderin” siteminde bulunur, iyi bir şey geldiğinde ise o zaten olması gerekendi tutumu sergilersiniz. Talihiniz rahatsız edecek kadar iyi giderse kendinizden daha iyi olanları emsal gösterip aslında o kadar da iyi olmadığınızı gösterir, fakat kendinizden kötü durumda olanları hiç emsal almayıp, onları kaderin o hale getirdiğini varsayarak kendinizi hiç sorumlu hissetmezsiniz.

Aslında buradaki iyi ve kötü yahut olumlu ve olumsuz ayrımında, kaderci anlayışın bakış açısına göre “olan” şeyler aslında “oldurulan” şeyler ve bu oldurulma durumumun da metafizikle filan hiçbir alakası yok şüphesiz. Hiçbir şey kendi kendine olmaz, her şeyin bir sebebi vardır ve bu sebebin altında da şüphesiz insan faktörü söz konusudur. Bu “oldurulan”lar, insanların yaptığı, inşa ettiği şeyler; bizi birbirimize bağlayan kurmuş olduğumuz sistemin birey olarak her birimizin üzerindeki etkisi. Elimizde olmadan gelişen durumlar da, şüphesiz ki, bizim elimizde olmadan gelişmişse de, bir başkasının elinde olarak gelişmiştir, bir başkası sebep olmuştur, yani tüm bunlarda insan faktörü kaçınılmazdır. Bunlar öyle çok komplike şeyler de değil, bunu anlamak için çok zeki olmamıza da gerek yok. Sadece kör olmamak yeter de artar bile. Bugünlerde sorumluluktan kaçmak adına bir kısmımız kör, bir kısmımız dilsiz kaldı. Sonuç olarak ortalık kötürümden geçilmiyor.

En iyi zamanımda bile, ortalama bir insanın kötü durumu kadar iyi olmamaktan muzdaripim nicedir. İyi olamıyorum, çünkü irdelediğim şeyler bir şekilde hayatımı meşru olmaktan çıkarttı ve ben bir türlü yolumu bulamıyorum. Kadere inanabilseydim, meşru bir zemin bulmuş, her şeyi buna yükleyip işin içinden sıyrılmış olurdum şüphesiz. Cebimde param varsa, iyi bir itibara sahipsem bundan ne diye rahatsız olayım ki? Bunlara sahip olamayanlarla karşılaştığım yerde görmezden gelip, onların başına geleni kadere yükleyebilirim pek ala. Vicdan azabı çektiğim yerde de lüks arabalarla gezen zenginleri emsal gösterip, aslında durumumun o kadar da iyi olmadığını hatta çok kötü olduğunu bile kabul edebilirim. Ama kabul edemiyorum işte.

Benim meşru zeminim ne diye düşündüğüm zaman, bunu adil olmaya bağlarım. Her şeyi kadere bağlayanlar bile, kaderin adil oluşunu kabul ettikleri ölçüde buna inanırlar zaten. Bu kaçınılmaz bir şey, çünkü bizi insan kılan vicdanımızın yongası adalettir. En bencil tarafımda bile bir adil olmak yatar ve ben bundan asla kaçamam. Hiçbirimiz kaçamaz aslında.

Hepimiz hayatımızı haklı çıkartmaya çalışırken, yaptığımız tüm eylemlerden bir fiil sorumlu tutulurken, şüphesiz ki en büyük teminatımız geçmişimiz olup çıkar. Çevremize karşı hayatı haklı çıkartmak bir yerde kendi gözümüzde kendi hayatımızı meşru kılmak içindir. Fakat tam da burada adil olmayan şeyler varsa, insanlar nezdinde ne kadar hayatımız haklı çıkarsa çıksın, kendi gözümüzde hayatımızın hiçbir meşruluğu kalmayabilir. Benim böyle oluyor işte.

Bugün size geçmişimi anlatacağım. Bunu sizlerin yaptığı gibi başkalarına iyi görünmek için değil, aksine kötü görünmek için yapacağım. Benim için geçmişimin haklı çıkartılabilecek pek bir tarafı yok, bu yüzden de size karşı haklı çıkartmaya çalışmam mantıksız. Sadece sizin de benzer bir geçmişe sahip olduğunuzu varsaydığım için anlatıyorum ve açık konuşmak gerekirse birazcık olsun kendi durumunuzu irdeleyip rahatsız olmanızı istiyorum;


Babam memurdu ve lojmanda gayet güvenli, her türlü imkana sahip mükemmel bir çocukluk geçirdim. Lojman tel örgüsü dışındaki dünyadan bir haberdim ve tüm dünyayı içerisi gibi güzel sanıyordum. Sonra ilkokula başladım. İlk defa orada tanıştım tel örgü dışında yaşayan çocuklarla.

Hoş gerçi ilkokul öğretmenimiz onları bizden ayrı tutuyordu, aramızda hala görünmez bir tel örgü var gibiydi. Sıra arkadaşımın babası da askerdi, arkamda oturan arkadaşım babası avukattı, çaprazımdaki arkadaşımın babası doktordu vs. vs… Bizim iki ortak noktamız vardı; hepimiz ön sıralarda otururduk ve babamızın ne iş yaptığı belliydi. Babamızın ne iş yaptığını söylediğimiz her yerde iyi karşılanırdık. Okulun önündeki bakkal bile farklı yaklaşırdı bize. Bizden uzakta, taa arka sıralarda oturanların da iki ortak noktası vardı; hepsi arka sıralarda otururdu ve babalarının ne iş yaptığı belli değildi. Önemsiz bir iş yapıyor olmalıydılar, çünkü onlar “benim babam …” dediği zaman herhangi bir olumlu tepki ile karşılaşmaz, önem arz etmezdi.

Aramızda çok fark vardı. Ayrışmamız sadece oturduğumuz sıradan ibaret değildi, adeta her açıdan ayrıştırılmıştık. Mesela biz ön sıradakiler her öğretmenler gününde dolma kalem hediye ederken, arka sıradakiler pek bizimki kadar değerli hediyeler getirmezlerdi. En fazla evlerinin çevresinden topladıkları birkaç çiçek getirirlerdi. Onlar da kısa sürede öğretmenin masasında çürüyüp giderdi. Mesela yerli malı haftasında bizler çeşit çeşit yiyecekler getirirken onlar hala aynı beslenme çantasında bir kuru ekmek ve bir kaynamış yumurta ile gelirler, bizim getirdiklerimizden yerlerdi. Biz ön sıradakileri getirdiğimiz yiyeceklerle yarış içerisindeyken, belki de asıl yarış annelerimiz arasındaydı. Arka sıradakiler de bu yiyecekleri yiyerek karlı çıkardı. Onlar yarışlarımıza pek dahil olmazlardı. Daha böyle nice örnekler vardı bizi farklı kılan.

Biz ön sıradakiler öğretmenimizi çok severdik. O da bizi çok severdi ve bizimle hep ilgilenirdi. Ama arka sıradakiler pek öğretmenlerini sevmezdi. O zamanlar hiç anlayamazdım öğretmenlerini sevmeyişlerini. Babam öğretmenliğin kutsal bir meslek olduğunu söylerdi ve öğretmenime hep dolma kalem alırdı. Onlara babaları hiç mi söylemezdi öğretmenlerinin kutsal oluşunu? Söylemiyor olacaklardı ki dolma kalem almazlardı.

Öğretmenimiz bize hep güzel şeyler söyler, bizi hep överdi. Kutsal birisi tarafından böylesi bir ilgiye mazhar oluşumuzun hakkını vermeye çalışırdık biz de; ödevlerimizi yapar, dersimizi çalışır, sınavlarda iyi notlar alırdık. Babası doktor olan arkadaşımla, babası avukat olan arkadaşımla yarışırdım hep. Öğretmenimden daha çok sevgi görmek ve sınıftaki ön sıra güruhunda öne çıkmak adınaydı bu şüphesiz. Bir insan her sene mi takdir belgesi alır yahu, ne kadar zeki bir çocuktum. Öğretmenim, ailem, komşularım hepsi zeki çocuk derlerdi bana takdir belgesi ile eve döndükçe. Sonuçta babamın oğluydum. Babam zekiydi ki iyi bir mesleği vardı. Ön sırada oturan arkadaşlarım da babalarının çocuğuydu ve onlar da zekilerdi. Zeka her zaman olduğu gibi o zaman da şüphesiz ırsiydi, fakat ben o zamanlar ırsiyetin ne olduğunu bilmiyordum. Annem, babam, komşularımız ve en önemlisi öğretmenimiz de bizim zekamızı ırsiyete bağlıyor olabilirdi belki. Yoksa neden böyle bir ayrıştırma yapılsın ki?

Arka sıradakiler ise ödevlerini zamanında yapmazlardı ve öğretmen onları hep cezalandırırdı. Sık sık tahtanın önünde tek ayak üzerinde durulardı. Biz de en ön sırada oturduğumuz için cezalarını zorlaştırır, onları dürterdik dengede duramasınlar diye. Onlar öğretmenlerini sevmedikleri gibi bizi de pek sevmezlerdi. Hoş gerçi biz de kendi halimizde iyiydik; babası doktor olan, avukat olan arkadaşlarımın daha fazla oyuncakları vardı zaten ve bu yüzden arka sıradaki çocukları pek umursamazdık, onların bizi sevmemesi pek bir şey ifade etmezdi.

Arka sıradaki çocuklar, ön sıradakilerin aksine aptallardı. Onlar her dönem evlerine içi boş bir karneyle dönerlerdi. Ne takdir belgesi, ne de teşekkür belgesi, hiçbir şey alamazlardı. Hiç ders çalışmıyorlardı ve bu yüzden başarılı değillerdi. Öğretmenimiz de onları bu yüzden hiç sevmiyor, onları sürekli cezalandırıyordu. Aileleri, komşuları da sevmiyorlardı onları şüphesiz.

Dahası sınıf başkanı da hep biz ön sıradakilerden seçilirdi. Tüm kolluklar da bizlerden seçilirdi. Yani her zaman, her açıdan biz ön sıradakiler öndeydik, arka sıradakiler ise arkadaydı. Onlar silik karakterlerdi ve hep bir köşeye atılmış, orada unutulmuşlardı. Sadece cezalandırıldıkları zaman sınıfta dikkat çekerlerdi. Belki bu yüzden ceza almak hoşlarına bile gidiyor olabilirdi ve bu yüzden de sürekli ceza alacak şeyler yapıyor olabilirlerdi kim bilir?

Daha sonra ortaokula gittik aynı şeyler orada da az çok devam etti. Sadece derslere giren birçok öğretmen olduğu için birazcık daha ilgisizlikle karşılaştık. Ama nispeten ön sıralar yine bizlerindi. Daha sonra aramızdan çalışkanlıklarını devam ettiren arkadaşlar lise sınavını kazanıp iyi bir lisede okudular, daha sonra üniversite sınavına girip iyi bir üniversitede okudular. Yani ilkokulda ön sırada oturanlar genel olarak iyi bir lisede okudular, iyi bir üniversitede okudular ve tıpkı babaları gibi iyi bir meslek sahibi oldular. Arka sıradakiler ise genel olarak hep arkada kaldılar. Onlar ne lise sınavını başarabildiler, ne de üniversite sınavını. Öylece kaldılar. Onlar da tıpkı babaları gibi ne iş yaptığı belli olmayan bir meslek sahibi oldular.

Bu istisnalar dışında hep böyle gitti benim gözlemlediğim kadarıyla. İyi meslek sahibi olanların çocukları da daha sonra iyi meslek sahibi oldular; iyi meslek sahibi olmayanların çocukları da daha sonra iyi meslek sahibi olamadılar.

Dahası babasının parası olup da dershanelere giderek, özel dersler alarak sınavlarda başarılı olanlar, o da olmadı paralı üniversitede okuyarak bir yere gelenler vs. vs. bunlara hiç değinmiyorum bile. İlkokuldan bu yana gerçekleşmiş olan ayrıştırma ve eşitsizlik buralarda da sürüp gitti yani.

Geçenlerde, şüphesiz ki babası iyi bir meslek sahibi olan birisinin yazmış olduğu şöyle bir tanım okumuştum; “Kapitalizim fırsat eşitliği demektir. En zengin ile en fakir olanın aynı fırsatlara sahip olduğu, en zenginin bir gün en fakir, en fakirin ise bir gün en zengin olabileceği bir sistem”

Ne kadar komik bir tanım. Buna inanan var mı aranızda? Koç’un oğlu bugün en fakir olabilir mi sizce? Yahut Hakkari’nin bir köyünde doğan çocuk bir Koç kadar zengin olabilir mi? Bunlar aptalca şeyler.

Diyeceğim o ki; hepimiz nasıl doğduysak aşağı-yukarı öyle olduk. Hiçbirimiz bir bok değiliz. Anamız – babamız ne ise biz de ortalama öyle olduk işte. Bugün ben başarılı bir insan oldum, ben çok zekiyim diyen insana çocukluğuna bakmasını öneririm. Çocukken sadece ön sırada oturduğu için zeki olan insanlar, bugün de sadece bulundukları mevki gereği zeki kabul ediliyorlar. O aptalca sınavlarda belli bir puan aldıkları için zeki kabul ediliyorlar ve bulundukları mevkiye böylece sahip oluyorlar. Çocukken nasıl ki ön sırada oturdukları için takdir gördülerse, bugün de mevkileri gereği takdir görüyorlar. Çocukken nasıl ki ön sırada oturdukları için başarılıydılarsa, bugün de mevkileri gereği başarılı sayılıyorlar. Yoksa hiç kimse bir bok değil. Bunu insanlara küfür olsun diye söylemiyorum, keza ben de bir bok değilim. Hatta hep en ön sırada oturmama rağmen ve tüm fırsatlar benden yana olduğu halde başarılı olamadım ve iyi bir üniversitede filan okumadım söz gelimi. Yani ben bu sistemin ortalama bir insanına göre çok daha aptal sayılabilirim sizler tarafından. Ama sonuç olarak bir şekilde (aptalca bir sınav vesilesiyle) ben de babam kadar oldum işte. Yani olması gereken oldu. Olması gereken olduysa bunda benim açımdan bir sorun yokmuş gibi algılanmasın tabi. Bugün birçok şeye olağandışı tepkiler gösteriyorum. Adil olmayan, meşru olmayan bir şeyler var ve bu beni rahatsız ediyor, bu rahatsızlık da bir şekilde açığa çıkıyor.

Ortalama bir insanım ve hayatta birçok alanla, birçok insan durumuyla ilgiliyim. Birçok şeyle karşılaşıyorum ve bunları düşünüyorum. Öncesini, sonrasını, kendi konumumu bir şekilde irdeliyorum. Şayet daha üst bir sınıfa mensup olsaydım, onlar gibi o upuzun ihtişamlı kule gibi evlerde ve sitelerde oturup, her gün ihtişamlı bir plazadaki işime dışarısından tamamen izole bir şekilde arabamla gidip - geliyor olsaydım belki tüm bunları görmezdim. Böyle olsaydı, yaşadığım ev ve çalıştığım iş yerinden -yani tepeden-, arada sırada aşağıdaki küçük insanlara dürbünle bakar, onları kaderin acımasızca şekillendirdiğini varsayabilirdim. Ama orta sınıfım ve sokağı görüyorum, insanları görüyorum ve insanlık halini biliyorum. Arkadaşlarımı biliyorum, akrabalarımı biliyorum. Onların nasıl o duruma geldiklerini, kendimin nasıl bu duruma geldiğini biliyor ve bunu önemsiyor, dahası kendimi sorumlu hissedebiliyorum. Çünkü bunu bu hale getiren kader değil, bunu biz yaptık; ben yaptım, sen yaptın, o yaptı. Bu yüzden diyorum ya bi bok değiliz diye. Eğer bizler bir halt olsaydık, öncelikle bunlar olmazdı. Ama bunlar varlar ve bizim yüzümüzden varlar.

Örneğin bugün üç kuruşa kot taşlama işi yapıp hastalanarak ölen insan da arka sırada oturan ilkokul arkadaşımız işte ve bunun sebebi doğrudan biz önde oturanlarız. Çünkü biz önde oturmasaydık, onlar arkada oturmayacaklardı. Ya da daha beter bir iş yapan yahut işsiz kalıp intihar edenler. Daha pek çok örnek verebiliriz böyle. Bunların sorumlusu kader değil, tanrı değil, burçlar değil vs. vs.değil. Bunun tek sebebi insan, tek sebebi biziz. Böylesi bir ortamda da hiçbirimizin hayatı meşru olamaz diye düşünüyorum. Daha fazla da uzatmayayım, zaten uzun yazıyı da kimse okumaz.

23 Ağustos 2012 Perşembe

tolstoy'un kendine 18 yaşındayken belirlediği 10 kural

tabi ne kadar doğrudur, ne kadarı doğrudur bilemem. 18 yaşında böylesi kurallar belirleyebilmek, hele ki uyabilmek pek mümkün görünmüyor. eğer bu doğruysa, uyabilmiş ki tolstoy olmuş yorumu yapılabilir.
kaynak şurası; kişisel gelişimde tolstoy etkisi

1. erken kalk, mesela sabah saat 5'te.
2. erken yat, mesela akşam 9'da.
3. az ye, tatlı ve şekerlemelerden uzak dur.
4. evinin işlerini elinden geldiğince kendin yap, başkalarına yaptırma.
5. amaçlarını parçala ve böl. mesela bir genel hayat amacın olsun. ama bunun yetmeyeceğini bil ve hayatta başarmak istediklerine dair ayrı ayrı küçük hedefler de edin. bir sonraki yılın, bir sonraki ayın, bir sonraki haftanın ve bir sonraki günün hedeflerini hep ayrı ayrı, net bir şekilde belirle. abart, bir sonraki saatin, bir sonraki dakikanın hedeflerini bile düşün. kulağına küpe olsun: büyük bir hedefe ulaşmak için küçük bir hedeften feragat edebilirsin.
6. kadınlardan uzak dur.
7. arzunu çok çalışarak öldür.
8. iyi bir insan ol, fakat başkalarının bunu bilmesine izin verme.
9. daima gücünün yettiğinden daha az harca.
10. şimdikinin on katı zengin olsan bile, hayat tarzını katiyen değiştirme.

bunların bir çoğunu ben de kendime ilke olarak benimsemiş olsam da bir tolstoy olamayız tabi. belki 18 yaşında olsaydım tolstoy'un kıyısından geçebilirdim kim bilir...

12 Ağustos 2012 Pazar

değer yargısı

''Bütün davranışlar değer yargılarına dayanır, tüm değer yargıları ya kendimize aittir ya da başkalarından edinilmiştir... İkincisi büyük ölçüde çoğunluktadır... Onları neden benimseriz?...

Korkudan, -yani kendimize aitmiş gibi davranmayı daha uygun buluruz... Ve bu rol öylesine alışkanlık yaratır ki, sonunda bizim doğamız haline gelir... Kendi değer yargılarımız: Bu, bir şeyin bir başkasına değil, sadece bize verdiği keyif ya da keyifsizlikle ölçülmesi demektir ki, bu oldukça enderdir!... Ama çoğu durumlarda başkasına ait değer yargısını kullandığımız için, o başkasına duyduğumuz saygının en azından kendimizden kaynaklanması, kendi kararımız olması gerekmez mi?... Evet, ama biz bunu çocukluğumuzdan itibaren yaparız ve bu davranışımızı pek ender değiştiririz... Yakınlarımızla ilgili (onların zekası, statüsü, ahlak kavramı, örnek olmaları, aşağılıkları) yaptığımız değerlendirmeler ve onların değer yargılarını kabul etme zorunluluğu konusunda, genellikle çocuklukta edindiğimiz yargılara ömür boyu bağlı kalırız... ''

                                                                   Nietzsche - Tan Kızıllığı

siz saatleri

Siz, saatleri yaşadınız. Zamantaşlarını. Niceldir saatler. Adsızsırlar. Renklerini, kokularını kişiselliklerden alırlar.
Aylar birbirinin içinden yürüyebilir. Ağustosta bile Marta gönderme vardır. Yine de gönderme mevsim mantığıyla sınırlıdır.
Günlerse bambaşka. Bir günün öbürünün önüne geçmesine izin yok. Günün gizi hem kişiselliğimizde, hem de onun kendi kişiselliğinde.
Siz, saatleri yaşadınız. Henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. Tanığınızım.
Aylar ayları açıklıyor.
Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
Açıklanmayan tek şey aşk: En büyük sayrılık ve en büyük sağlık.
Günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu.
Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.
Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlem evinde art arda mevsimler sökülür.
Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.
Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.
Yüz yıl sonra bu gün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız.
Siz tebeşirle kara tahtaya ne güzel yazan.
Kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan.
Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.
Kızböceği de göründü. Gece de uçmaya başlamış.
Bakır kaptan günlük kokusu yayılır.
Geceyle birlikte.
Gece de.
Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?
İki din var: siyah ve beyaz. Gerisi? ..

                                                                                       cemal süreya

8 Ağustos 2012 Çarşamba

merak işte

kof kalas olmayın

yazan: semih bilgen (odtü öğretim üyesi)

Saçı sakalı ağarttık, hâlâ “ne olacak bu ülkenin hâli!”, “ne olacak bu dünyanın gidişi!” derdindeyiz. Bilmem neye yarar, ama çocuklarımla öğrencilerime öğüdüm şu: Kof kalas olmayın. Çevreme baktıkça öyle çoğaldığını görüyorum ki öylelerinin. Bu öğüdü tutmak için her gün kendimi de uyarma gereğini duyuyorum. Aman, kof kalas olmayayım.
Ne demek bu? Açayım: Kof, yani dıştan kusurlu gibi gözükmese de dokundunuz mu bomboş ses çıkartan, içi çürük, kolayca yıkılıverecek bir yapı. Bu nasıl oluyor? Rahmetli Uğur Mumcu ’nun deyişiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmakla”. Kulaktan dolma bir iki şey öğrendiğimizde “Tamam”, diyoruz, “Biliyorum ben bu işi...” ve başlıyoruz ahkâm kesmeye. Bu yalnızca günlük yaşamda olmuyor. En derin uzmanlık gerektiren alanlarda da böyle. Hele hele adımızın önüne şu ya da bu yolla bir cafcaflı unvan kondurmayı becerdiysek, artık her alanda atıp tutmakta engel tanımıyoruz. Hele bir yazı okuyup birisinin görüşünü beğendiysek, artık o görüşü kendi düşüncemizle vardığımız sonuç gibi nasıl cân-ı gönülden savunuyoruz, mangalda kül bırakmamacasına... Her sorunun yanıtını biliyoruz. Attıkça şişiyor, şiştikçe atıyoruz.
Oysa gerçek bilgi, gerçek birikim nasıl oluşur, farkında mıyız? Alçakgönüllü, sabırlı, yoğun emek gerektiren çalışmayla; kuşku, belirsizlik, başarısızlık, acı, aşağılanma, yanılgı ve yine çalışma, alınteri, alınteri ve yine alınteri olmadan bilgi ağacının meyvesine ulaşmak olanaklı mı? O meyveye bir kez ulaşınca da yeni kuşkuların, yeni karanlıkların, yeni belirsizliklerin kapısını aralamış olmaz mıyız? Bilgi ancak o karanlıklarda kuşkunun feneriyle gerçeği aramak ve belki ara sıra doğruya ulaşmanın o ince, o geçici, o zarif gülümsemesini hak etmek değil mi? Gerçek bilgi kime şişinme hakkı verir, kime “ben bilirim”cilik yetkisini tanır? Tam tersine, bilgiye ulaştıkça tanımaz mıyız gerçeğin karmaşıklığını ve gerçek bilgelerin alçakgönüllülüğünün temellerini?
İşte kofluk, o şişinmedir. O her şeyi bildiği, her konuda ahkâm kesme yetkisine sahip olduğu yanılgısıdır. Bu yaygınlaştıkça, toplumsallaştıkça, kültürsüzlük yaygınlaşıp olağanlaştıkça yalnızca tek tek kişiler değil toplumlar da, giderek dünya da kendi ipini çekme noktasına yaklaşıyor.
O nedenle çocuklarıma, öğrencilerime şunu söylüyorum: Hiçbir bildiğinizle yetinmeyin. Hep ayrıntısını kurcalayın. Derste size anlatılan belki “beşten şaşma, altıyı aşma” ilkesi için yeterlidir, ama siz yetinmeyin. Hep daha çok öğrenin, yalnızca başkalarının bildiğini almak için değil, kendiniz bilgi üretmek için de çalışın. Özgün bilgi üretmenin tadını alın. Araştırın. Okuyun, çok okuyun. Ama okumakla da yetinmeyin, deneyin, kendiniz yanılın, duvara toslayın, çıkış yolunu ararken karanlıklarda kaybolun, hata yapın ve öğrenin gerçeğin derinliğini, karmaşıklığını; bilginin getirdiği zarif ve geçici zenginliği. Gerçek güç, gerçek dayanıklılık, ancak bilginizi derinleştirdikçe, kuşkunun karanlığından korkmayıp üstüne gittikçe, araştırmanın tadını aldıkça kazanılacaktır. Ve ancak sürekli öğrendikçe, bilgi ürettikçe o güce sahip olabilirsiniz. Başka türlüsü kofluktur.
Bir de kalas olmamak var.
Kalas kabadır, bir gücü vardır, ama ancak ustanın doğru yerleştirmesiyle, geçici olarak bir yerlerde işe yarar. Sonra kenara atılır ya da odun yerine kullanılır. Filizlenip yeşermesi söz konusu değildir. Yontulmamıştır, çıplak elle tuttuğunuzda elinize kıymık batması kaçınılmazdır.
“İktidar yoldan çıkartır, tam iktidar, tamamen yoldan çıkartır” gibi bir söz vardır. İktidar kalaslığı pekiştirir de diyebiliriz. Kalaslık öncelikle kabalıktır. Özellikle de kendinizi güç sahibi olarak gördüğünüzde, iktidar elinizdeyken ya da pohpohlayanların yanında atar, tutarsınız. Bayılırsınız sizin gibi olmayanları, sizin gibi düşünmeyenleri yerden yere vurmaya. Kendi sesinizi duydukça “yarabbim ben ne esaslı insanmışım!” diye şişinirsiniz. Belki içten içe “aman kimse anlamasın kofluğumu” diye kaygılanırsınız, kalaslığınız kofluğunuzu örtmenin aracı olabilir. Kendinizden zayıf olanları, farklı olanları, küçük gördüklerinizi yerin dibine batırırsınız, sizin ne büyük olduğunuzu herkes görsün diye. Dayak atmaya düşkünsünüzdür. Karınızı, kızınızı, çocuğunuzu, davranışını beğenmediklerinizi, sizden farklı olanları, farklı düşünenleri eşek sudan gelene kadar ıslatmak en sevdiğiniz davranışlardandır.
ABD ’nin dış politikası da böyledir, “büyük devlet” olmanın gereklerini yerine getiren tüm emperyalist ve emperyalistçiklerin de... Her fırsatta kaslarını göstermekten, füzelerini, savaş uçaklarını, bombalama yeteneklerini sergilemekten, fırsat buldukça kullanmaktan övünç duyarlar. Bunların kimilerinin geçmiş birikimlerinden gelen, toplumsal kültürlerindeki bilgelik izlerini taşıyanlar bu kalaslığa çoğu zaman muhalefet ederler. Örneğin Jean Paul Sartre’ın 1960’larda Cezayir savaşına ve sömürgeciliğine karşı çıkması meşhurdur. Dönemin Fransız cumhurbaşkanı General de Gaulle’ün “Sartre Fransa ’nın kendisidir” diye ülkesindeki bilgelik geleneğine sahip çıkması hep söylenir. Ama bugünün Fransa ’sında artık de Gaulle’ün yerini Sarkozy, Sartre’ın yerini ise Bernard Henri-Levy gibi eyyamcılar aldı. Kalaslık orada da egemendir ya da egemenler orada da kalastır. Tabii bilgelik de insanlık var oldukça yaşar; insan olduğunu anımsayanlar, düşünenler, bilginin inceliğine sahip olanlar hep vardır, çıkacaktır ama kalaslar onları hiç sevmez.
Küçük diktatörler de kalastır. Kendi toplumlarına, belki komşularına hotzot edip dururlar. Hele biraz sağdan soldan “padişahım çok yaşa!” sedaları yükseliyorsa iyice şişerler. Fazla gürültü yaparlarsa büyük kalaslar gelip bir fiskeyle onları devirebilir ama olsun, biri gider, yenisi gelir. Kalaslık evrenseldir.

İş çevresinde, ailesinde, arkadaşları arasında kalas gelip kalas giden çoktur. Kabalık, yüksek sesle atıp tutmak, kendine benzemeyenlerden nefret bunların belli başlı özellikleridir.
İşte öğrencilerime kof kalas olmayın derken bir yandan bildiğiniz her şeyi, daha fazla öğrenmenin aracı yapın, hep araştırın, kuşkucu aklın fenerini yaşamınızdan eksik etmeyin, kofluktan ancak böyle kurtulup gerçek bilginin o ince gücüne kavuşabilir ve sürekli yenileyerek elinizde tutabilirsiniz diyorum. Bir yandan da gerçek gücün asla kaba olmayacağını, farklılıkların gerçeğin en belirgin yanı olduğunu onlara söylüyorum. Evrenin güzelliğinin farklılıklardan geldiğini bildikçe ince, zarif olursunuz, kendinize ve başkalarına, doğaya, yaşama saygı duyarsınız diye öğütlüyorum.
Gülten Akın söylememiş mi bunların hepsini iki dizeyle: “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya.” İşte hepsi bu...

kaynak: radikal yorum

4 Ağustos 2012 Cumartesi

steve vai - tender surrender

steve vai 2 kasım'da türkiye'ye geliyormuş. gidip gidemeyeceğimi bilmiyorum tabi şu an, cuma günü olması iyi olmadı, izin de alamam sanırım. ama gitmek için elimden geleni yaparım tabi.

neyse, steve vai'nin gelişini duyunca onun çaldığı şeyleri dinledim bugün. ne zamandır da dinlemiyordum iyi geldi.

hepsi bir yana, tender surrender'ın bu performansı bir yanadır benim için. yıllardır her dinlediğimde tüylerimi diken diken etmiştir. bir insanın gitar üzerinde yapabileceklerinin en son kertesi bu olmalı diye düşünmüştüm ki hala da öyle düşünmüyor değilim. çaldığı ezgiler bir yana harmonik açıdan kendinden kattığı şevk, o gitarla sevişmesi filan tasviri mümkün olan şeyler değil.