30 Ekim 2014 Perşembe

uygarlık

“Uygarlık kişinin kendi gündelik yaşamını, daha geniş bir bütünün parçası; kendinden başka insanları -giderek, bütün insanları; insanlığı-  kapsayan bir çerçevenin içindeki bir olanaklı konum olarak görebilmesidir.

Böylece, uygar kişi hem kendi yaşamına dışarıdan bakabilen, hem de kendi yaşam biçimi dışındaki yaşama olanaklarına içten, içeriden bakmağa çalışan insandır.”

O.Aruoba – Yürüme Sf. 48

Şehirlerin uygarlığı yarattığı kadar, uygarlık da şehirler yaratmıştır herhalde. Uygarlıktan nasibini almış insan bunu beslemesi için daha çok insana, kalabalığa, yani şehre ihtiyaç duyar çünkü. Uygarlık içerisinde kendi konumunu ve kendi konumu içerisindeki uygarlığı sürekli olarak insanlarla –kendisinden başka, farklı insanlarla- sınaması, beslemesi gerekir. Ne kadar fazla olursa o kadar çok sınama imkânı bulur, o kadar çok besler kendi uygarlığını. Eğer bunu yapamazsa –dar bir çevrede kalırsa- kendisini sürekli tekrar eden bir sınamaya dönüşür uygarlığı ki buna artık sınamak denemez herhalde. Böyle olursa, kendini daha geniş bir bütünün parçası, bütün insanları ve insanlığı kapsayan bir bütünün parçası olarak hissetmekten uzaklaşır belki de.

Bu uygarlığın insan için pozitif ve yapıcı tarafı. Mesela iyi bir roman okuduğumuzda, yazarın kafasında çizmiş olduğu kahraman ile nasıl da bunu mükemmel yansıtabildiğine şaşırırız. Aslında kaleme alınan kahraman değildir, kahramanın gözünden tüm insanlığı kapsayan çerçeveyi şöyle bir gezer ve sonunda kendimize yönelerek bu çerçevenin neresinde olduğumuzu sorgularız.

Bunun bir de negatif ve yıkıcı tarafı vardır. Daha geniş bir bütünün parçası olarak hissetmek için, yani bir birey olarak toplumda homojenize olmanın en temel unsuru da sanıyorum ki adaletten yani karşılıklı adil olmaktan geçer. Bir birey olarak topluma karşı adil olmak, adil bir mesafede durmak; toplumun da kendisine karşı adil olduğu ve aynı mesafede durduğuna inanmak bu bütünlüğün en temel taşı olsa gerek.

Uygarlık dediğimiz şey çoğulluktan meydana gelir derken bu sadece kuru bir nicel çoğulluk olmasa gerek. Bu bütünü oluşturan çoğul (toplumsal) bilinç ile her bir tekil bilincin ortak değerleri ve kabulleri vardır. Bir birey olarak sindiremediğimiz şeyler olduğunda bunun toplum tarafından da sindirilmemesi gerektiğine inanırız. Keza toplum tarafından sindirilemeyen şeyler olduğunda bizim de bunu sindirememizin gerekliliği bireysel açıdan bir önkoşuldur.

Kendisini düşünsel anlamda besleyen, daha çok hikâyeye tanıklık eden,  uygarlıktan daha fazla nasibini alan kişinin eriştiği şuur şüphesiz ki daha hassas bir adalet terazi gerektirir. Bu hassasiyet tanık olunan her bir olay karşısındaki tutumumuza yansır ister istemez.

Uygarlığın insan için yapıcı tarafı ne kadar şehirlerde, sokaklarda veya gündemde cereyan ediyor bunu sanırım hiçbir zaman kestiremedim. Bu tür bir yabancılaşma her çağda yaşanmıştır elbet, bu belki de yapısal bir şeydir kim bilir. Fakat tonlarca ağırlıkta adaletsizliğin tüm çıplaklığıyla gözler önünde olduğu bir çerçevenin içerisinde, gramlık değerleri ölçen hassas terazisiyle insan kendisine nasıl olanaklı bir konum sağlayabilir?

20 Ekim 2014 Pazartesi

iki gün, bir gece ve elektriksiz evler

Film aslında üstünkörü bir şekilde kapital düzenin işsizlik ve ikramiye denen biri ceza diğeri ödül mekanizması üzerinde durmuş. Üstünkörü dememim sebebi sadece bu kısmına odaklanmış olması ve aslında bunun üzerinde dahi fazla derinleşmemesi. Bana durumu gayet objektif bir şekilde sunmuş gibi gelse de internetten baktığım yorumlarda “yönetmen öyle bir eleştiri yapmış ki kapitalizm gerçeğini tokat gibi suratımıza vurmuş” gibi şeyler de gördüm. Bu bizim tarafgirliğimizden de oluyor belki de. Kapitalizmin herhangi bir mekanizmasının olağan gerçekliğiyle yansıtılması, bu gerçekliğin tokat gibi suratımıza vurulması anlamına da geliyor ister istemez. İçerisinde yaşadığımız düzeni sindiremeden adapte oluşumuzun bizde yaratmış olduğu bir tür suçluluk psikolojisi midir nedir bu bilemiyorum. Evet hepimiz bu düzeni az çok kavrayabiliyoruz, her birimizin refahının bedelini bir başkası ödüyor bu adaletsizliği de görüyoruz, örtbas edilen ve göz önüne koyulanların ardındaki iradeden de haberdarız fakat tüm bunlara rağmen adapte olabiliyoruz işte bir şekilde. Çünkü adapte olmican da naapcan?

Film yazısı yazmayı pek beceremiyorum çünkü bağlamdan kopuyorum gördüğünüz üzere. Bu yazıyı yazmamın asıl sebebi de film değil herhalde, sadece kendimce denk geldiğim bir tesadüf üzerine bir şeyler yazmak istedim. Dün bu filmi izlemiştim, bugünse ödev yapabilmek için odasına bir lamba isteyen kızın hikâyesine denk geldim. Hikaye şu; okuyan, dahası okumaya bir hayli istekli görünen kızımızın evinde elektik bulunmaması sebebiyle ödevlerini hava kararmadan evvel yapmak zorunda kalması. Tesadüf dediğim şeyse ekşisözlükteki bir yorum; “bana depresyonda olduklarını anlatan, saçma sapan ve sebepsiz mutsuzluk atakları geçiren arkadaşlarıma izletmek istediğim videonun başkahramanı kızdır”

Aslında bu belki bir tesadüf dahi değil ama bana bir şeyler düşündürdü işte bir şekilde. Filmde ikramiyeye gerçekten ihtiyaç duyanlar ya depresyondaki kadın lehine oy kullandı ya da onunla yüz yüze gelmekten kaçtılar. Genellikle bu ikramiyeye aslında çok da ihtiyacı olmayanlar şiddetle reddetti. Bu açıdan filmin sonu çok manidardı. Nihayetinde kadın, yukardaki sözlük yazarının betimlediği şekilde bir profil sergilemiş olduğunun farkına vardı. Bırak hâlihazırdaki işi için mücadele etmeyi, başka bir yerde başka bir iş arama mücadelesi dahi verecek duruma geldi.

Bu sistemin belki de en büyük başarısı; insanları birbirine kırdırmak da dahil her imkanı kullanabilmesi ve sonuçta hep kazanan taraf olması. Belki de bu sistemi beslemek üzere çalıştırılanlar birer köledirler, bu açıdan depresyona girip çalışma hayatına sırt çeviren kişi masumdur. Ama diğer yandan da iş sahibi olamayan, mücadele ettiği halde kendisine fırsat tanınmayan (evinde elektriği olmayan) bireylerin böyle bir lükslerinin dahi olmaması gerçeği düşünülürse de suçludur. Kim bilir. Eh, bilip de naapcan?