şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2013 Salı

şiir sokakta


bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. hep böyle mi bu?
bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...

kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına?
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına?
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?

"öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.
(Nilgün Marmara)

------------------------------------------------------------------------------------



her şey sermaye için sevgilim
bir yıldıza laf atmakmış benim işim
kapıları, pazarları satmışlar meleğim
her pazar kalbimde azar azar

çünkü serbest bir pazar
her şeyi bozar
çünkü denizsiz martılar
bir deniz arar

her pazar kalbimde azar azar
yandım ben bari sen kendini kurtar
gülümse biraz
acılar kiraz
bizde hep yaz
kirazdan küpe
sallanır dize
ayaz ayaz

bir başka dünya mümkün müdür meleğim
bu ay bitti, gece oldu
bir ay daha var
bu dünyada aşıklardan çok acıkanlar var
yanımda yaşama sevinçli sandviçler var
çünkü serbest bir pazar
her şeyi bozar
çünkü denizsiz martılar
bir deniz arar

her pazar kalbimde azar azar
yandım ben bari sen kendini kurtar
gülümse biraz
acılar kiraz
bizde hep yaz
kirazdan küpe
sallanır dize
ayaz ayaz

gidiyorsan şehir denen okula
bir mektup yaz
parasız yatılıya
gülümse biraz
acılar kiraz
bizde hep yaz
kirazdan küpe
hayırlı mezuniyetler hepinize
çünkü serbest bir pazar...

(Kesmeşeker)

-----------------------------------------------------------------------------------


-----------------------------------------------------------------------------------



12 Ağustos 2012 Pazar

siz saatleri

Siz, saatleri yaşadınız. Zamantaşlarını. Niceldir saatler. Adsızsırlar. Renklerini, kokularını kişiselliklerden alırlar.
Aylar birbirinin içinden yürüyebilir. Ağustosta bile Marta gönderme vardır. Yine de gönderme mevsim mantığıyla sınırlıdır.
Günlerse bambaşka. Bir günün öbürünün önüne geçmesine izin yok. Günün gizi hem kişiselliğimizde, hem de onun kendi kişiselliğinde.
Siz, saatleri yaşadınız. Henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. Tanığınızım.
Aylar ayları açıklıyor.
Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
Açıklanmayan tek şey aşk: En büyük sayrılık ve en büyük sağlık.
Günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu.
Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.
Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlem evinde art arda mevsimler sökülür.
Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.
Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.
Yüz yıl sonra bu gün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız.
Siz tebeşirle kara tahtaya ne güzel yazan.
Kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan.
Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.
Kızböceği de göründü. Gece de uçmaya başlamış.
Bakır kaptan günlük kokusu yayılır.
Geceyle birlikte.
Gece de.
Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?
İki din var: siyah ve beyaz. Gerisi? ..

                                                                                       cemal süreya

14 Temmuz 2012 Cumartesi

iki kere geçmiş ola

I.
Taşları eriterek önümüze döşüyor, yürüyüp gidiyoruz
-“Son oyalanmasını göstermeyi kim keşfetmiş ilkin?”
-“Çok köke inen bir soru bu, binayı çökertir, kovun bunu…”
Demek ki ben, sesimi asıp can çekiştirmeye yazgılıyım.

Çünkü başıyla oynanmış bazımızın, eti yavaş yavaş kelle olmuş
Büyüdüğü doğru ağaçların ama doğru değil çocukların
Büyümek istedikleri...

Susacak ne çok şey var…

II.
Kendime taziyem odur ki görüşeceğiz sanırım
Kendime vasiyetim o ki gelme benimle
Kendime salık veririm uzak durma benden
Kendime daha ne deyim ne gelir elden
Kendime aldım bunu kalacak sana
Kendime ayırdım desem de artmadı bana
Kendime geldim diyemem misafirinim ey dizlerim
Kendime konuşasım var sana ne diyeyim

Kendime baktım da şöyle bir babamım
Kendime baktım da şöyle bir babayım.

Susacak ne çok şey var
Gemiler ayrılacaklarını bilmiyor kıyıdan
Susacak ne çok şey var
Kıyı duruyor hep ayrılıyor gemiler.

Gemiler denizin üstünde
Etin üstünde jilet gibi.
                                     Celal Fedai


**************************************************

Celal Fedai (1972): Yukarıda, bu zamanın toz dumanı içinde, pazarında borsasında adı kolay kolay duyulmayacak bir şairin şiiri duruyor. O bir “ruh bekçisi”, benim  gibilerin gözünde. Yaşayanların üzerinde kâbus gibi çöken ölü geçmişin çileci sesiyle sesleniyor bize. Unuttuğumuz bir insanoluş halini dillendiriyor sahih bir çırpınışla. Geçmişin ukdesiyle sesleniyor de diyebiliriz bu üsluba. Geçmişi bugünde buluyor çünkü.

Geçmişi bilmemek, lağım çukurlarının açık olduğu yerde gözü bağlı dolaşmak gibi. Miladı kendinden başlatmaya hevesli insanlar arasında yaşarken duyduğumuz o ürpertici çiğlik gibi. Bunlar arasında yüzü eskiye dönük bir tutucu olarak anılmak da var. Anlaşılmadan yaşamak seçilmiş bir kader olacaktır kimileri için. Bazıları anlaşılmayı değil, “ruh bekçisi” olmayı yaşamlarının erdemi sayarlar. Bu tutumun şiirdeki mükemmel karşılığı Yunus Emre ve Fuzuli’dir. Kendinde bir küçüklük gördüğü anda, “Sen derviş olamazsın” diye nefsiyle dövüşen Yunus Emre. Acıyı süs olarak değil, Kerbela’da Hüseyin’in trajik anısı başında bekçi olmayı seçerek yaşayan Fuzuli. Çağımızda bu karakterler yaşamaz diyen varsa, “inancının çılgını” Sezai Karakoç’u hatırlasın.

Bir de bu cesur tutumun “janjanlı” taklitçileri, “gibi yapanlar”ı vardır. Hangi tarafa dönerse öbürüne sağır diye bir zamanlar dogmatikleri eleştirenler, şimdi ne yana dönerse dönsün her durumda haklı olduğunu hiç bir suçluluk duymadan savunabiliyorlar. Keskin dönüşlerinin çilesini çekmiyorlar asla, hatta onu da size çektiriyorlar. Bu tipler, o büyük erdemli tutumun yalnızca şarlatanıdırlar, İsmet Özel gibi. Bir zamanlar çok sevdikleri deyimle, “fikri namus”larını çoktan yitirmişler, artık tribünlerin heyecanında ne pay kapacaklarına bakarak yaşayan fırsatçı çakal amigolardan olmuşlardır. Kendisi gibi düşünmeyeni ahmak sanacak kadar ahmaktır bunlar. Narsist kafalarının sudaki yansısını özgün düşünce sanırlar.

İnsan da ruh da hiç bir zaman mutlak olmadı, çünkü hiç bir zamanda aynı su, aynı ırmak olmadı. Az sonra değişip dönüşecektir koşullara göre, verili engelleri savaşıp aşarken değişecektir hem de. Vadinin her yeri aynı olmayacak, kuşkusuz. Ama bu değişim sırasında “mevsimlerin ettikleri”ni, kendi bedenlerine renk kılanların bukalemunluğu karşısında tiksintimizi saklamak çok zordur. Bu tiksintiyi bize haklı gösterecek karşıt bir örneğe, “ruh bekçileri”ne gereksinim duyarız o yüzden. İnsanın acı dolu, çile dolu geçmişine duyduğumuz saygının kaybolmaması, harcanmaması, unutulmaması isteğimizdir bu. Mitolojinin Sysphos’u, dinin İsa’sı, Cervantes’in Don Kişot’u, Dostoyevski’nin Budala’sı, insanın erdemini yitirdiği çağların ruh bekçileri olarak yaratılmadılar mı? Kiminin çilesi zamanın ruhuna göre komikti, kimininki de trajik. Bunlarsız yaşayabilecek bir insanlık düşünebilen var mıdır acaba; bunlara gereksinim duymadığımız zamanlar gelse bile bir öğreti olarak eylemleri kalmayacak mı? Lokman Hekim’in aradığı ilacın ne olduğunu Şahmaran da biliyordu, arayışçı çileciler de; arzu ile çilenin bileşiminden doğmuş bir ilaçtan söz ediyoruz, şiir varken ortada, gereksiz bir biçimde.
                                                                   Mahmut Temizyürek

26 Mart 2012 Pazartesi

ah muhsin ünlü


Ah Muhsin Ünlü takma isimli bu şair, şu sıralar pek sevdiğim bir dizi olan Leyla ile Mecnun’un yönetmeni Onur Ünlü imiş aslında. Afilifilintalarda ismine denk gelince ve Ünlü soyadını görünce şüphelenmiştim. Şiirlerine denk gelişiminden manidar bir tesadüf oldu tabi ki bu durum. Çok beğendim, okuyup okuyup istemsizce güldüm. Sonra çokça şey de düşündüm. Neden gülüyordum ki? Daha sonra denk geldiğim bir röportajında, bu gülmeme sebep olan şeyi de bizzat kendisi anlattı bana;

Ah Muhsin Ünlü: Bir arkadaşım şiirlerimi okuyup okuyup gülüyor ama nasıl kahkahalar atıyor. Doğrusu çok bozuluyorum ona. Hâlbuki komedi-şiiri diye bir şey yoktur. Trajik olanın gönülden ifşası humoru açığa çıkarır. Humor olsun diye bir ifade kurulamaz; bir ifade gereğinden kıvamlı ve güçlü ise humora varılabilir.
Murat Menteş: Trajedi sence kime aittir? Şaire mi, çağa mı, topluma mı?
Ah Muhsin Ünlü: Olu’un dönmesi için sert şeyler olması lazım. Allah’ın planlayarak oldurduğu şeylerin hepsi, yalnız başına bir insan için oldukça sert şeylerdir. Her şey, en ufak günlük yaşamsal faaliyetler…
Murat Menteş: Mesela?
Ah Muhsin Ünlü: Su içiyorsun ve su nefes boruna kaçmıyor. Orada trajik bir potansiyel var. Algılamayla ilgili bir şey bu. Ben bunu daha çok Nietzsche’nin trajiği üzerinden düşünüyorum. Yani kişi istekleriyle âlemin istekleri arasında kalmamalı. Allah’ın muradı ile senin nefsinin etkisiyle istediklerin çatıştığı zaman trajedi doğar. Ayrıca paran az olduğu halde minibüse değil taksiye binmek istiyorsundur, al sana trajik bir durum. Nefsinle karşı karşıya geldiğin an trajiktir. Senden ayrı bir nefsin var. Senden ayrı bir nefsin var. Kalp var, akıl var. İbn-i arabi bunları anlatıyor ama çok karışık. Sen iki şey yapabilirsin, 1. Nefsine yenilirsin, 2. Allah’ın yardımıyla nefsinin taleplerinin hakkından gelirsin. Nefsine karşı ne kadar güçlü hamleler yapabilirsen o kadar humor çıkar ortaya. Benim anladığım bu.

Şiirlerinde vurucu bir trajik taraf var. İnsana dair bir trajedi. Nietzsche’nin trajiği dediği perspektif, bu insana dair olmanın komedisinde gizli olsa gerek. Tam da burada Nietzsche’nin bir sözü geliyor aklıma; "… Belki de ben, yalnızca insanın niçin güldüğünü en iyi bilenim. İnsan, sadece o denli derin acı çeker ki, o gülmeyi icat etmeye mecbur kaldı. En umutsuz ve en melankolik hayvan, haklı olarak en şen şatır olanıdır."

Daha sonra da Müjdat Gezen’in bir sözü geldi aklıma; “insan yalnızca insana özgü şeylere güler”. Sahiden de öyle. Doğadaki herhangi bir şeye gülmeyiz; söz gelimi bir ağaca gülmeyiz, ama o ağaç insana benzerse güleriz; söz gelimi hayvanlardan en çok maymunlara güleriz, çünkü onda insanlığa dair şeyler buluruz. Evet, bu şiirlerdeki insana dairlik durum öylesi açığa çıkmış ki gülecek bir şeyler uyandırıyor. Ama bu tam da Nietzsche’nin dayandırğı noktada açığa çıkıyor; acıdan icat edilen içgüdüsellikteki gülünçlük. Vurucu tarafı da burada saklı, güldürürken hüzünlendirmesi de…

Keşke şiir yazmayı bırakmasaymış. Umarım bir gün tekrar yazar. Neyse, şiirlerinden birkaç tanesini paylaşarak bıdı bıdı yapmayı kesiyorum artık;

Sen Beni Öpersen Belki Fransız Olurum

sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil

sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.

Ayakkabılarını Kapımın Önünde Görmeyi İstiyorum…

“ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum!
çünkü bu,
seni seviyorumun içine nal salmak demektir
ve hareketinin bana durduğunu akla uydurur.
oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
ve gitmen beni dile indirger sevgilim”

Mıknatıssız Pusula

ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
adlı bir cengaver olarak telefon ediyorum.
hakiki cinayetler işleniyor görüyorum.
isa görüyor, şeyhim görüyor, ben görüyorum.
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

yüzyıl şilisinden bir dazz javulcusu inliyor tam arlarımda
hiç durmadan kentlimağlup kıyasıya mağrur ve mor
bir çocuğum şimdi pişman olmak için
birbiriylebağlantılıyüzbinlerceyılım vor.

seni sevmem
bu savaşı
kesintiye uğratmaz
ama ordan bakma!
bu, werther’in
leş kanını
gül kılar.

birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
otobüsler olacak, tirenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler, gideceğim
çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri.
gideceğim ensk ökümde devlet denen şirk,
beb gözüğümde kent gördükçe kırılan gıçlar,
ve bir dizeyi haklar gibi terli ellerim
bu çağın açısını dik tutacaklar.

bana bir öpücük verin yoksa galip döneceğim
ufka bir kesin ordum akıverecek
elimde çözülecek makina ve cinayet
marşlar yazıp halkımla söyleyeceğim yoksa.

inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
ipimden kurtulmuşum kaybediyorum.
birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
memleket sana rağmen ket vururken yarama
şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
-ve emir “kun” diyor; doğuruluyorum-
“bu ülke”den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim
ikdildar tohmekecek sözüme yoksa
ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa
ellerini tutarım ki kudurtucudur.
bunun için gözlerinin meryem hali sevgilim
gözlerinin meryem hali gerçek yurdumdur
ki zuhrettiğinde ilk formuyla isa yeniden
ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorumdur.

ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim
lazım gelen gülleri göğsüme gömmüşüm
birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
bunu daha çok küçükken bir filmde görmüştüm!

ah laikse aşkımız biter elbet bir kışbaharyaz günü
gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma
bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar
üç içbükey komodin silah çeker vurulur
sen gidersin, denklem düşer, ben aşk olduğumu ağlarım
bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar.

ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum
olma. yokluğun bulunmama larcivert lavlar akıtır.
nasıl çekip gitmiş bir şaman
çekip gitmiş, bir şaman değilse en çok
benim gibi sonsuz bir at
hiç koşmuyorken de attır.

biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
annem beni hep çok sevdi, kız gördüm mü ağlıyorum
modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

mıknatıssız bir pusula olarak

Araya gireceğim affınıza sığınarak. Şiirlerini gülümseyerek okurken; yalnız bu adam hüzünlü bir şeyler yazmışsa kesin beni ağlatır dedim. Derken denk geldim işte öyle bir şiire;

Resulullahla Benim Aramdaki Farklar

resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
resulullah yolda ebu bekir’i görse ‘es selamu aleyküm ya sıddık’ derdi,
ben yolda ebu bekir’i görsem tanımam.
resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

resulullah azrail’i yolda görse tanırdı;
ben azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.

resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah’ın resulü; fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?

resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki ‘kızım ha gayret!’;
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki ‘anneciğim ölmesen…’

ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki ‘anneciğim seni ben…’;
annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz

resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf…

resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü.

13 Eylül 2011 Salı

daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama

Başlık Zafer Ekin Karabay isimli güzel bir adamın intihar mektubunun son satırlarından. Hayatı yaşamış ve her şeyin farkına varmış bir şair o. Nilgün Marmara’nın deyimiyle; ‘Hayatın neresinden dönülse kârdır’. ‘Ey iki adımlık yer küre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben...’ O da kader arkadaşı gibi hayatın tüm arka bahçelerini görmüş bir adamdı.

Dünyanın bütün arka bahçelerini görüp de onu terk etmeyi seçen şairler bir mihenk taşıdır. Onlar insanlığımızın ne kadar aşağılık, ne kadar yalancı olduklarını ve ne kadar pislik biriktiğini her zaman yüzümüze vuracaklar. O bu dünyayı değiştiremeyeceğini biliyordu. Örnek aldığı yol göstericileri de bu dünyayı değiştirememişlerdi ya zaten. Şöyle demişti; "mevzu dünyayı değiştirmek değil, o irade ile yaşamak". İradeliydi. Ama bu iradesi yaşama değil ölümüne yetti ancak. İntihar edeceği günü bile ilan etmişti herkese. Ama o kadar bile katlanamadı. Daha erken bir zamanda terk ettiği bu katlanılmaz dünyayı. Daha kötüsü şiir kitabının çıkmasını bile beklemedi. Kitabı bile olmayan bir şair olarak gitti.

O toplumsal şiirler yazan bir adamdı. Yara bandı satan bir kız için, gündeliğe giden bir kadın için şiirler yazmıştı. Ve hayatın çürümüşlüğünü öyle kendi kabuğunda, çok uzak dünyalardan değil, içimizde, bizimle görmüş, yaşamış ve arka bahçelerini bellemiş biriydi. Onların acıları pahasına mutlu olamamıştı işte bir türlü. Hayatın acıları karşısında insanın hafifliğini kabul etmedi. “Hayat işte ne yaparsın” diyerek geçiştiremedi. Güzel bir eşi vardı, iyi bir üniversitede akademisyendi, güzel dostları vardı yani her şeyiyle “varlıklı” bir adam olarak görülebilirdi dışarıdan. Ama kendisi yoktu, kendini var edememişti.

O daha gencecik yaşında dünyayı bırakırken, son demlerini sürdürdüğü hayatındaki ailesi, dostları bir gün gideceğini biliyorlardı. Öyle bir anlık cinnet değildi onun gidişi. Göz göre göre, göstere göstere gitmişti. Kendiyle barışıp, haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etti.


24 Ağustos 2011 Çarşamba

seçtiğim şiirler

bugün kütüphaneden varlık dergisinin hazırladığı 75. yıl antolojisini kiraladım. bu kitabı ne zamandır alacağım fakat ya denk getiremiyorum ya denk geldiğinde param olmuyor. kütüphane sağ olsun iki sorunu da çözdü :) fakat kitaptan soğudum ve artık almayabilirim. çünkü hatalarla dolu. bazı şiirlerde satırlar atlanmış, bazılarında yanlış yazımlar yapılmış. mesela behçet necatigil'in "sevgilerde" şiiri olmuş "sevgilerle". daha sonra; ne içindeyim zamanın şiirinde "rüzgarda uçan tüy bile" olmuş "rüzgarda uçan yaprak bile". internetten teyit edince ortaya çıktı. buraya ekleyeceğim 5 şiirin 2 sinde hata varsa daha kim bilir ne hatalarla dolu bir kitaptır. neyse artık...

hazırlandın diyelim

hazırlandın diyelim bir yolculuğa
"bu,yalnızlığıda olabilir"diyor birisi
dayanıklımısın bakalım
silahın nedir
ilkin asfalt ve beton
bir bakarsın önün ardın su kesilir
yüzme de bilmezsin ayrıca

"çocuklukdan kalma şeyler bunlar"
diyor matrağa düşkün biri
"nasıl olsa yenilir"
Oysa kavradığım herşeyin adını bilmek
biraz bunaltıyor beni
örneğin bir atom santrali projesi
Hollanda daki bir caz konseri
ölececeğimi biliyorum nasıl olsa
ama gölgemi önüme düşürüyor
güneş önümden gelirken
şaşırıyorum gövdemi

matrağa alışkınım aslında ama
ille kayayı delen incir,
suları aşan gemi!
"turgut uyar"


uzun koşu

Sana yeni ulaşan şimdi, eski bir bakışdan gelmedir.
Onun gözü senden öncedir, bir yalnız kalışdan gelmedir.
Senin şimdi duyduğun sıcak yaşamını onaran bu ses,
Çok ölümlü savaşlar kadar zorlu bir yarışdan gelmedir
"özdemir asaf"


ne içindeyim zamanın

ne içindeyim zamanın,
ne de büsbütün dışında;
yekpare, geniş bir anın
parçalanmaz akışında.

bir garip rüya rengiyle
uyuşmuş gibi her şekil,
rüzgarda uçan tüy bile
benim kadar hafif değil.

başım sükutu öğüten
uçsuz bucaksız değirmen;
içim muradına ermiş
abasız, postsuz bir derviş.

kökü bende bir sarmaşık
olmuş dünya sezmekteyim,
mavi, masmavi bir ışık
ortasında yüzmekteyim.
"ahmet hamdi tanpinar"


gençlik böyledir işte

içimi titreten bir sestir her gün.
saat her çalışında tekrar eder:
"ne yaptın tarlanı, nerede hasadın?
elin boş mu gireceksin geceye?
bir düşünsen... yarıyı geçti ömrün;
gençlik böyledir işte, gelir gider;
ve kırılır sonra kolun kanadın;
koşarsın pencereden pencereye."

ah o kadrini bilmediğim günler,
koklamadan attığım gül demeti,
suyunu sebil ettiğim o çeşme,
eserken yelken açmadığım rüzgâr!
halbuki sular batıya meyleder,
ağaçta bülbülün sesi değişti,
gölgeler yerleşiyor pencereme;
çağınız başlıyor ey hâtıralar!
"cahit sıtkı tarhancı"


sevgilerde

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen, tutuk, saygılı.
bütün yakınlarınız
sizi yanlış tanıdı.

bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
kalbinizi dolduran duygular
kalbinizde kaldı
siz geniş zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
yılların telaşlarda bu kadar çabuk
geçeceği aklınıza gelmezdi.

gizli bahçenizde
açan çiçekler vardı,
gecelerde ve yalnız.
vermeye az buldunuz
yahut vakit olmadı.
"behçet necatigil"

bugün okuduğum kadarıyla bu kadarını seçtim. yarın devamını getireceğim...

13 Mayıs 2010 Perşembe

şiir ikindileri

Pasif bir insan olaraktan bir etkinliğe katıldım ve ne zamandır merak ettiğim Salihli’deki şiir ikindilerine gitmiş bulundum. Gitmiş bulundum diyorum çünkü açıkçası orada cereyan eden hadiseyi tam olarak idrak edemedim. Yani oradaki varlığımı biraz dışsallaştırmam doğaldır. İdrak edemediğim organizasyon değil tabi ki, “şiir” aslında. Merakım da bu doğrultuda şiire değil de organizasyona yönelik.
Memleket bellediğimiz Salihli’de, Türkiye’nin köşe bucak her tarafından silinen bir ruh yaşatılmaya çalışıyor(muş). Geçmişte nice baba şairleri ağırlamış bu küçük yer bu vesileyle. Ama geriye sadece gelenekselleşmiş olmasına duyulan hürmet ile yapılan bir organizasyon kalmış gibi görünüyor. Bunun sebebi de insanlar sanırım. Şiir ruhunun öldüğü bir memlekette ötesinde ne beklenebilir ki. Hatta rahatlıkla dünyada bile öldüğü söylenebilecekken. Haliyle şiir ikindileri en kötü haliyle bile en büyük saygıyı hak eder, etmelidir de.
Küçük yerlerde, küçük insanlar çok büyük işlere kalkışıyorlar. Kendi küçük dünyalarından, kocaman bir dünyaya mızrak atıyorlar. Dünyanın dilinden aldıkları kelimelerle çok büyük cümleler örüyorlar. Fakat hayatı yaşayan insanlar onlar. Şükür ki hayatı yaşanabilir kılan şeyler hala küçük şeyler. Ve yaşam bu küçük şeyleri küçük yerlere daha çok serpiştirmiş gibidir. Bir takım büyüklüklerin kurduğu, büyük sistemin bir parçası olmuş yerlerde, böylesi şeyler ne yaşayabilir, ne de yaşayanının varlığından haberdar olunabilir.
Bunu hissetmek bile güzeldi orada. O cesur insanların çıkıp meydan okurcasına büyük laflar söylemeleri hala bazı insanların büyük dünyaya boyun eğmediğini hissettiriyor. Bu da bir yerde etkinliğe katılan biz küçük insanlara cesaret veriyor. Bizler küçük dünyalarımızı terk edip, büyük dünyalarda küçük olmayı yeğlemektense, küçük dünyalarımızla birlikte büyümeye çalışmalıyız. Mesele bu aslında…