28 Ocak 2012 Cumartesi
... pahasına
çeşitli örnekler verebilirim; mesela bir çok insan bir başka insanın mevkisi pahasına hayatına yön verir. bir arkadaşı mühendis oldu diye mühendis olmaya çalışır mesela. veya ailesinin sosyal konumu doğrultusunda yaptığı baskılar ile şekillenir. hatta bunu müspet bir örnek alma durumundan çıkartabiliriz; mesela nefret ettiği birisi evlendi diye evlenenler de vardır. çeşitli açılardan böyle sayısız örnek verilebilir. bunu güdüleyen şey de şüphesiz ki başka hayatlar pahasında kendini konumlandırmak, kendisine bir rayiç bedel addetmektir.
bu toplumsal güdüleme ile paralellik gösterdiğini düşündüğüm bazı davranışlar var. bunun en güzel örneği, tüketim toplumunun bir bireyi olan alışveriş hastası insanlar misal. alışveriş yaptıkça mutlu olur bu tür insanlar. fakat diğer yandan, alışveriş esnasında her alınan ürün, bir başka üründen vazgeçmiş olma sonucunu doğurur. yani alınan her yeni ürün bir başka üründen vazgeçme pahasınadır. alışveriş hastalığı olan insanların sırf bu yüzden mutsuz oldukları gözlemlenmiştir mesela.
bu örnek üzerinden başa dönersek; insanlar bir başkasının yaşamı pahasına yaşadıkları hayatlarından mutlu mudur peki? her yaşananın bir başka yaşamdan vazgeçiş olduğu düşünülürse, alışveriş hastalığı örneğindeki duruma dönüşebilir bu. bu güdülemeyle yaşayan insanların bir çoğunun karakterlerindeki hırs ile alışveriş hastası insanın karakterindeki hırsın bağdaştığını düşünmemek elde değil. sürekli daha fazlasını elde etme gayesi ve elde ettikçe daha fazlasını isteme ve sonucunda sadece elde etmek üzerine bir çaba. bir yerden sonra elde ettikleri de mutlu etmez bu insanları. sadece elde etme çabası ile bunun için çekilen sıkıntı tekrar edip durur.
diğer yandan başarı elde etmiş, önemli mevkilere gelmiş bir çok insan şüphesiz ki bu mevki için kendini paralamıştır. kendine hemen hemen hiç zaman ayırmaksızın başarısına adanmıştır. hiç sevmediği işlerle uğraşıp, kendi yaşamı pahasına bir başarı elde etmiştir. lakin bunu ne için yapmıştır? daha fazla tüketmek için mi? bunun bir yere kadar mutluluk getirebileceğini yukarıda örneklemiştim. o zaman toplumun değer mekanizması içinde kendi fiyatını yükseltmek için mi? bunun da pek bir farkı yok, bu da bir yere kadar. mutlu olabilseydi şüphesiz ki hala daha iyisini elde etme çabası göstermez, bu uğurda sıkıntı çekmez ve mutluluğunu yaşardı. aslında nereden baksan bu insanlar mutluluktan kaçıyor gibidir. bir şeyi elde ettiği zaman onun daha mutluluğunu yaşayamadan bir sonrakini elde etme çabasının mutsuzluğuna katlanmaya başlamak şeklinde devam edip gider çünkü bu süreç.
burada “pahasına” şeklinde kullanım sebebim, zafer ekin karabayın; “daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama” sözüne dayanıyor. buna bir de onun gözünden bakarsak iş çok acayip bir yere gider aslında. çünkü zafer ekin gibiler, insanların bu doymak bilmez anlık tatminlerinin, bir başkasının acısı pahasına olduğunu düşünür. örneğin bu doymak bilmezler zayıflamak için uğraşırken diğer yandan da açlıktan ölen insanlar vardır.
bu dengesizlik içinde insanların böylesi bir gelişim göstermesi, birbirlerini çiğneyerek var olma çabası şüphesiz büyük bir vicdansızlıktır. aslında insanlar, bir başkasının yaşamı pahasına yaşamak istiyorlarsa, burada baz alacağı yaşamlar zorlu yaşamlar olmalıdır belki de. bunun bizatihi sebebi olduğu halde kendini uzak tutması bir yana, uzaklaştığı noktada da kendini var edememesi tam bir komedidir zira.
ve aslında ben bu komediye gülüyorum…
13 Eylül 2011 Salı
daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama

Dünyanın bütün arka bahçelerini görüp de onu terk etmeyi seçen şairler bir mihenk taşıdır. Onlar insanlığımızın ne kadar aşağılık, ne kadar yalancı olduklarını ve ne kadar pislik biriktiğini her zaman yüzümüze vuracaklar. O bu dünyayı değiştiremeyeceğini biliyordu. Örnek aldığı yol göstericileri de bu dünyayı değiştirememişlerdi ya zaten. Şöyle demişti; "mevzu dünyayı değiştirmek değil, o irade ile yaşamak". İradeliydi. Ama bu iradesi yaşama değil ölümüne yetti ancak. İntihar edeceği günü bile ilan etmişti herkese. Ama o kadar bile katlanamadı. Daha erken bir zamanda terk ettiği bu katlanılmaz dünyayı. Daha kötüsü şiir kitabının çıkmasını bile beklemedi. Kitabı bile olmayan bir şair olarak gitti.
O toplumsal şiirler yazan bir adamdı. Yara bandı satan bir kız için, gündeliğe giden bir kadın için şiirler yazmıştı. Ve hayatın çürümüşlüğünü öyle kendi kabuğunda, çok uzak dünyalardan değil, içimizde, bizimle görmüş, yaşamış ve arka bahçelerini bellemiş biriydi. Onların acıları pahasına mutlu olamamıştı işte bir türlü. Hayatın acıları karşısında insanın hafifliğini kabul etmedi. “Hayat işte ne yaparsın” diyerek geçiştiremedi. Güzel bir eşi vardı, iyi bir üniversitede akademisyendi, güzel dostları vardı yani her şeyiyle “varlıklı” bir adam olarak görülebilirdi dışarıdan. Ama kendisi yoktu, kendini var edememişti.
O daha gencecik yaşında dünyayı bırakırken, son demlerini sürdürdüğü hayatındaki ailesi, dostları bir gün gideceğini biliyorlardı. Öyle bir anlık cinnet değildi onun gidişi. Göz göre göre, göstere göstere gitmişti. Kendiyle barışıp, haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etti.