insanlığımız düşünsel açıdan gittikçe "an" ların ifade ettiği anlamlarından çok, geçmişten ve gelecekten kendisini soyutlayarak, tam manasıyla "an"ın içinde bulunabilmenin önemini kavrıyor gibi sanki. inşa ettiğimiz dünya düzeni, bizlerin ayrılmaz bir parçası olarak işleyen bir düzen sonuçta ve bu geçmişten aldığı mirasından, gelecekten doğan beklentilerinden soyutlanamaz. kaynağı ve varlık amacı da bu şüphesiz. bizler ise bu dünya düzenin bir parçası olarak düzeni mi yaşıyoruz yoksa düzeni mi yaşatıyoruz bilemeyiz. iş hayatlarımız, eğlence hayatlarımız, insan ilişkilerimiz, tüm bunların bir normali var ve bizler de normal bir birey olma yolunda kendimizi eğitiyor, bunu yaşatıyoruz. peki biz yaşıyor muyuz? yaşamak genel bir durum mudur yoksa çok özel bir durum mudur? peki hangimiz özeliz? hangimiz hayatında çok özel bir şey yapabiliyor? hangimiz nihayetinde çok özel bir hayat yaşadım diyebilecek?
aslında hepimiz kabulleniş içerisindeyiz. herkes gibi doğduk, herkes gibi yaşıyoruz ve herkes gibi öleceğiz. fakat diğer yandan aslında hepimiz biliriz ki hayat çok özeldir, bir incidir veya belki de bir inciye erişme çabasıdır. cesaretimiz yoktur sadece, bu yüzden de bunu görmezden geliriz.
hayattaki özeli bulmak için aramak, aramak için ise öncelikle bir takım şeyleri aşmak gerekir. çünkü alıgıda seçicilik vardır ve aslında aramanın mahiyeti bulmaktan daha önemlidir. düzenden, düzene uyum için yarattığımız benliğimizden soyutlanmak gibi. filmin bölümleri sanki bu aşamaları ifade ediyor gibiydi.
ve aşk... tüm anlamlardan ve kavramlardan soyutlanmış olan hayatın biriciklik hissi. hayatı rasyonel hale getirdikçe özünden saptırdığımız, rasyonel hale getirmeye çalışarak düzene uydurmaya çalıştığımız, beceremeyince de tümden reddettiğimiz o his. hepimizin şu hayatta kendini, hayatını en özel hissetiği o "an". hani çoğumuza çocukken isabet etmiş ve ömür boyu iz bırakmış olan, sonrasında bir daha karşılaşmamış olduğumuz o his. acaba biz mi karşılaşamadık? yoksa düzene uydurduğumuz benliklerimiz bu hissi inkar mı ediyor?
filmin baş karakteri bir tür uyanış ile düzen dünyasından kendini sıyırıp bu arayışa yöneliyor. varoluş arayışı genellikle anlamsız kalmaya mahkumdur. fakat film bir peşin bir kabul ile, yani bir anlam üzerinden arayışına çıkarıyor yolcusunu. izleyiciye bir cevap üzerinden sorular sorduruyor. bu anlam atfedilen kutsal kaynak ise aşk.
bizler sürekli yeniden ve yeniden başlarız. yarın yeni bir hayata başlama hedefi koyarız mesela. sonra öteler bir sonraki gün, bir sonraki hafta, ay, yıl... ve bir bakmışız hayat bitmiş.
bizler birer bulut gibiyiz şüphesiz; semadan gelip geçeceğiz.
işte bu yüzden, filmin son sahnesinin dediği gibi;
başla!
not: bu değerlendirme ekşisözlükteki knight of cups başlığında da yayımlanmıştır.