Aslında kadın erkek ilişkileri konusunda ahkâm kesmemeyi kendime nasihat etmiştim ama bir şekilde okuduğum kitaplar, izlediğim filmler ile bu konunun içerisine sürükleniyorum işte. Elbette algıda seçicilik burada belirleyici bir etken; yalnız oluşum ve bunu kanıksayıp yaşam biçimi olarak benimseyişim, diğer yandan ontolojik soru(n)larıma cevaben aradığım karşılıklar, başka hayatları gözlemleyişim, bundan da öte belki de imrenişim bir şekilde beni buna çekiyor şüphesiz. Tabi burada işin içerisinde olan, yaşayıp tecrübe etmiş birisi olarak değil de sadece dışarıdan gözlemlemiş birisi olarak değerlendirmem umarım kabul görür. Yoksa inanın ben de hiç haddime olduğunu düşünmüyorum yani.
Cafe de flore, favori filmlerimden olan c.r.a.z.y.'nin yapımcısı Jean-Marc Vallée filmi. C.r.a.z.y.’nin bana düşündürdüklerini bir gün ifade etmeye çalışabilirim belki ama bu bir hayli zorlar, o yüzden ertelemeye devam bakalım şimdilik. Cafe de flore ise giriş kısmında saçmaladıklarımdan da anlaşılacağı üzere kadın erkek ilişkisi üzerine kurulu bir film. Fakat bunu ruh eşi kavramından ve bu kavramın da kökenini oluşturduğunu düşündüğüm annelik içgüdüsünden hareketle değişik bir boyutta ele almış. Bir hayli etkilendiğimi söylebilirim.
Müzik yine c.r.a.z.y.’de olduğu gibi filmin merkezinde yer almış. C.r.a.z.y. için bunu düşünmemiştim ama özellikle bu filmde yönetmenin; müziğin anı yaşamak, diğer bir ifade ile carpe diem kavramı ile yakından ilişkili olduğunu vurgulamaya çalıştığını söyleyebilirim. Müzik dinlemek tam da şimdiki zamanın içinde olmak demektir. Ne geçmişte, ne de gelecekte, tam o anda olmak. Parçanın içerisinde ezgilerin değişimi, o parçanın süreci içerisinde müdahale edilemez bir değişimdir. Mesela o pek sevdiğimiz parçanın giriş kısmı parçayı çalmaya başladığımızda başlar ve biteceği yerde biter; solo kısmı mesela 3. dakikadaysa o dakika çalacaktır ve bitmesi gerektiği zaman bitecektir. Bizler sadece dinleyici olarak o anın içerisinde oluruz. Sartre'ın Bulantı kitabında da buna benzer bir benzetme vardı yanılmıyorsam.
Peki hayatta ne kadar böyle yaşarız? “Şimdi”mizi, “şu an”ımızı bir müzik parçası gibi yaşayabilir miyiz? Pek yaşayanımız yoktur herhalde. Çünkü bizlere seçim şansı verilmiştir. Şu anımızı yaşamanın bizim seçimlerimizle ilişkili olduğu kanıksamışızdır bir kere. Bir müzik parçasındaki solonun 3. dakikada girmesi gibi bizim dışımızda bir kesinlikle değil de bizim seçimlerimiz doğrultusunda istersek 1. dakikada başlatabileceğimiz, istersek 5. dakikada başlatabileceğimiz sanrısı gibi. Diğer yandan seçimlerimiz geçmişten elde edilen tecrübenin geleceğe yansıtılma sanatı gibi düşünülebilir. Arada “şimdi”, “şu an” atlanarak tabi.
Burada çocukluk ve yetişkinlik kavramlarına değinilebilir. Çocuklar şüphesiz ki sürekli olarak şimdiki zamandan bahseden, “şu an”ın içinde bulunan varlıklardır ve bu konuda yetişkinlerle sürekli bir çatışma halindedirler. Yetişkinler, özellikle de anneler, çocuğu sürekli başına buyruk olmaktan alıkoyar, sürekli onun geleceğini güvence altına almak zorunda hisseder kendini. Adeta hayattaki misyonu buymuş gibidir.
Jacqueline, down sendromlu bir çocuğun annesi olarak annelik içgüdüsünün güçlü bir temsilcisidir filmde. Çocuğunun doğumundan sonra down sendromu açığa çıkınca kocası onu terk eder. Çünkü erkeklerde çocuklarına -veya herhangi bir şeye- karşı böylesi güçlü bir aidiyet yoktur, onlar kaçıp kendi hayatını yaşamayı seçerler, başka birisinin hayatı için kendi hayatlarından herhangi bir feragatta bulunmazlar. Ama kadının güçlü annelik aidiyeti bunu kabul etmez ve tüm hayatını kilisede ettiği yemin ile çocuğuna bağışlar.
Carole ise diğer annelik içgüdüsünün temsilcisidir. Hatta o kadar ki filmin sonunda Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğu filan ortaya çıkacaktır. Corole ile Antonie çocukluklarından beri birlikte olup, iki de çocuk yaparak hayatlarını birleştirmişlerdir. Beraber büyümüşler ve hep birbirlerinin ruh eşi olduğuna inanmışlardır. Fakat adam bu inancı bir yerde kaybederek ruh eşi kavramını sorgular. Ve sonuçta Carole'u sarışın güzel Rose’u tercih ederek terk eder.
Carole ile Jacqueline sürekli kitap okurlar mesela. Sürekli her şeyi bilmek, geleceği sağlama almak üzere farkındalık sağlamak peşindedirler. İkisi de şimdiki zamanından vazgeçmiş ve hayatlarını birisine adamış annelerdir. Antonie ve down sendromlu çocuğumuz ise geçmişten ve gelecekten nispeten kendini soyutlamış, ortak noktası müzik dinlemek olan ve şimdiyi, şu anı yaşayan erkeklerdir.
Kadınların uzun süren evliliklerde, belki de erkekleri ellerinde tutmak için annelik içgüdülerini devreye soktukları bilinir. Her işin kontrolünü ele alan, erkeğe güvenli bir gelecek sunan, onun yerine seçimler yapan bir anne rolünden bahsediyorum. Bunu etrafımızda da gözlemleyebiliriz. Erkekler şüphesiz kadınlara kıyasla, özellikle gündelik yaşam pratikleri açısından değerlendirildiğinde bir hayli gerizekalı kalırlar. Birçok erkeğin kendisini eşine teslim edip ömrünü tamamladığı bilinir. Hatta karısı öldükten kısa bir süre sonra sebepsizce ölen yaşlı amca örnekleri filan vardır. Bu tıpkı küçük bir bebekken anneye olan muhtaçlığın yansıması gibi düşünülebilir.
Antonie ise bu kadere meydan okur ve 20 yıllık eşini terk ederek Rose ile yaşam kurar. O bir müzisyendir, müziği hisseden ve hayatını tıpkı müzik gibi yaşamak isteyen bir adamdır. O anı yaşamayı becerebilen ender insanlardandır. Bu açıdan o bir çocuk gibidir. Tıpkı çocuklar gibi sürekli şimdiden bahsedip durur. Tıpkı bir çocuk gibi başaramadığı ufak şeylere sinirlenir.
Ayrıldıktan sonra Carole Antonie’yi kendisini terk eden yaramaz çocuk olarak konumlandırmıştır. Bir gün bu yaramazlıktan vazgeçip kendisine döneceğine inanır. Fakat bu gerçekleşmeyince boşluğa düşer. Hayatına sürekli yeni anlamlar katmaya çalışsa da bunu başaramaz. Bir şeyler okur, rüyalarını yorumlar, incik boncuk işlerine sarar filan. En sonunda bir medyuma giderek Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğuna inanır. Paralel hayatındaki Jacqueline, kendini sarışın bir kız için terk eden oğlunu affetmez ve acı bir şekilde hepsini öldürür. Buna rüyalarında tanıklık etmiş olan Carole ise durumdan kendine vazife çıkararak, tabi annelik içgüdüsünden de vazgeçmeyip Antonie’nin yaramazlığını kabul eder. Antonie onun çocuğu gibidir, Rose ise olsa olsa gelini. O yine hayatını Antonie ve iki çocuğuna adamıştır ve kendi hayatından feragat etmiştir.
Aslında o kadar çok imge var ki filmde hiçbirine değinemedim. Mesela sualtı sahneleri iyiydi. İnsan sualtına daldığında, o anın içinde bulunduğunu çok güçlü hisseder. İki sevgilinin sualtına girip birbirlerine sarılmaları da, o anlarına sarılıp korumak olarak belki ifade edilebilir. Ya da ben salladım oldu işte :) Belki yetişkin bir erkek ile down sendromlu bir çocuk arasında paralellik kurarak da geniş anlamda bir mesaj vermek istemiştir. Neyse fazla da sallamadan kesmekte fayda var kimse okumaz bu kadar uzun yazıyı zaten.
23 Mart 2014 Pazar
2 Şubat 2014 Pazar
philip seymour hoffman
doubt, love liza ve daha aklıma şu an gelmeyen bir çok filmde can sıkıntısı çeken karakterleri çok iyi canlandırması bir yana, en az senede 1 kez izlediğim ve her izleyişimde beni benden alan synedoche new york filminin caden'ını sanırım ondan daha iyi kimse canlandıramazdı. çok gençti. belki de daha nice sıkıntılı karakterler canlandıracaktı. ama gitti işte. toprağı bol olsun.
11 Ocak 2014 Cumartesi
poetry (shi)
Güleç yüzlü, rengârenk giyinen yaşlı bir kadın, zamana meydan okurcasına, kendinden ve çevresinden yitip gidenleri değil de yeşeren güzellikleri tasvire girişir ve şiir yazmaya karar verir. Sürekli kelimeleri unutan bir alzheimer hastasının şiir yazma serüveni bu ironiyi perçinler şüphesiz. Fakat bu meydan okuma serüveni, intihar eden küçük bir kızın hayatıyla kesişince yön değiştirir. O sürekli çevresindeki güzellikleri tasvir etmeye çalışırken ortada büyük bir acı gerçek vardır çünkü. Kendini keşif süreci başka bir kapıya, bu gerçekliğe dayanır artık. Herkes bu gerçekliği unutturmaya çalışsa da o alzheimerlı haliyle bu unutuluşa meydan okur bu sefer. Sürekli denemesine rağmen hiçbir zaman bir şiir yazamayacağını düşünür. Çünkü gönlündeki güzelliklere gölge düşürmüştür artık. Gönlünden kelimeler dökülemez bir türlü. Kendini en güzel hissettiği zamanı anlatırken ağlar mesela. Çünkü bu küçük kız tam da o yaşlarda canına kıymıştır.
Şiir yazmak öyle parasını verip kursta öğrenebilecek bir yeti değildir sözüm ona. Tıpkı canına kıymış bir kızın kefaretinin parayla ödenemeyeceği gibi. Sonuçta kursta tek bir kişi bile şiir yazamaz. Diğer yandan yaşlı kadın torununu ihbar ederek kendi payına düşen kefareti öder. Kursta tek şiir yazan da kendisi olmuştur. Gönlünden kelimeler ancak bu küçük kızın şarkısı olarak çıkabilmiştir.
alaka kurulan:
chang-dong lee,
kore sineması,
poetry,
shi,
sinema
7 Aralık 2013 Cumartesi
pieta
Pieta aylardır bilgisayarımda duran fakat bir türlü izlemeye kıyamadığım bir filmdi. Ben ki ara ara sırf doyurucu bir film izlemek istediğimde, herhangi bir kim ki duk filmi açıp tekrar tekrar izlerim. Pieta izlemediğim tek kim ki duk filmi olarak bir süre dursun istedim. Ayrıca izlemek için ona güzel bir zamanımı ayırmayı tasarlamıştım. Ne bileyim akşam işten çıkıp eve geldiğimde izlersem yazık olurdu. Neyse ki bugün güzel bir uyku sonrası öğlenin bir vaktinde uyanıp kuruldum karşısına.
Aslında beklediğimden çok farklı bir film çıktığını söyleyebilirim. Şu an duygusal manada darmadağın bir haldeyim, kafamda ucu birbirinden bağımsız birçok imge var. Kim ki duk sağ olsun fena halde üzdü beni. Şu durumda sıcağı sıcağına hakkında bir şeyler yazmanın da pek sağlıklı olmadığını biliyorum. Ama daha sonra hakkında bir şey yazmaya üşeneceğimi de biliyorum.
Kim ki duk da rahatsız edici yönetmenler kervanına mı katıldı sorusunu sordurtan cinstendi. Önceki filmlerini şöyle bir düşündüğümde, genel itibariyle her biri gayet naif, gayet dingin bir anlatım ve kurguya sahip, fakat verdiği mesajlar açısında da etkileyici filmlerdi. Fakat bu filmin anlatımı da kurgusu da çok rahatsız edici cinsten. Diş gıcırdatan ağır sahneleri var ve hikâye sona doğru iyice tırmandırıp en sonunda tepeden aşağı atıyor izleyiciyi.
Tesadüf ya en son izlediğim kore filmi olan breathless ile pieta şiddet ve aile dramı konusu açısından birbirlerinin devamı gibi oldu. İkisinde de aile dramı neticesinde psikopat olmuş bir adam başrolde. Hatta o kadar ki iki filmde de bu psikopatlar tefeciden alınan borçları tahsil etmek işi ile meşguller. Breathless’de döverek tahsilat söz konusuydu ama bunda daha da ağır bir şekilde insanları sakat bırakıp alacakları sigortadan tahsil etme acımasızlığı var. Kore’de böyle bir sıkıntı var demek ki, bizde de bir dönem olduğu gibi... Belki hala da vardır tabi.
Ama bu film kim ki duk filmi olduğundan kıyas kabul etmez benim nazarımda. Her ne kadar üslubu değiştirmiş olsa da baki kalan şeyler var çünkü. Mesela olay örgüsü, kullanılan imgeler gibi.
Bazen düşünürüm; mesela büyükşehirlerde kurulu organize sanayi bölgelerinde irili ufaklı binlerce atölye vardır ve buralarda insanlar para kazanarak hayat kurarlar. Sabahtan akşama kadar aynı tezgâhta ömür çürüterek karşılığında huzurlu bir yuva inşa etmeye çalışırlar. Bu yuvada bir çocuk büyür, daha sonra da o ileride aynı şekilde yuva kurar. Filmde de görüldüğü üzere, mesela ömrünü bir tezgâhta tüketip de yuva kuramayanlar da vardır ki o da intihar etti zaten.
Tüm bu hayat tezgâhının enerjisi paradır neticede. Ama bir de borçlanma imkânı sunulur ya hani. Bir nevi bugün için gelecekten gün çalmak misali. Bazı hayatların geleceği yoktur aslında, aynı tezgâhta hayat tüketmek üzere programlanmasına rağmen olmayan gelecekten gün çalmaya kalkışabilirler. Tabi sistem bunları fena halde cezalandırmaktan geri kalmayacaktır. Ne yuvalar bozulur, ne hayatlar harcanır bu yüzden. Tam da burada insanlık sorgulanabilir işte. Para metasının harcanabilir bir değerden öte insanların hayatlarını harcayan korkunç tarafı düşünülürse.
İnsanlık demişken; hepimizin sağlıklı bir çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği için, kolektif bilinçdışı terazisiyle vicdan oluşumu için, para gibi somut bir şeyin, öznel tüm değerlerin tosladığı nesnel bir duvar görevi görmesine ne demeli? Bir çocuk annesiz büyürse mesela bu öznel durumu toplum nasıl göğüsler ve onu nasıl kendisine kazandırabilir? Herkesin para peşinde koştuğu hayat koşturmacası elbette onu yalnız bırakacaktır. Herkes tezgahında kendi yuvasını ayakta tutmaya yetebilecektir. Peki öyleyse ona bu para düzeninde nasıl bir rol biçilebilir? Tabii ki de psikopatlık. İnsanları sakat bırakarak para tahsil eden, fakirden alıp zengine vermek misyonu yüklenilmiş ekonomik birim olur. Hepimiz bir ekonomik birimiz bu sistemde değil mi? Parayla ölçmediğimiz ne kaldı ki insanlığımız kalsın.
Ama tüm bu acımasızlıkları, toplumun göğüsleyemediği her ne varsa göğüsleyecek annelik olgusu da vardır. Bir anne bu para düzenine kurban verdiği oğlunun intikamını nasıl alabilir? Para karşılığı bir silah alıp oğlunun katilini öldürerek mi? Ama böyle olmaz. Öylesine bir intikam alır ki hani bu kendi bireysel intikamından çok daha fazlasını ifade eder. Çünkü onun için ölüm sadece yakınlarına hissettirdiğiyle acımasızlıktır, yoksa kendisinin de dediği gibi; ölmek nedir ki? Ölümden beteri de vardır ve aslında şu hayat tezgâhlarında tükenenler ölümden beter bir yaşamı sürdürmektedir.
Annesiz bir vicdansıza önce anne olur sonra da ona vicdan kazandırır. Ama en sonunda öylesi bir intikam alır ki; annesini (yani kendini) öldürerek onu vicdanıyla baş başa bırakır, ölümden beter olan o duruma sokar. Sonunda o da bu duruma dayanamayıp oğlu gibi yine bir kanca vasıtasıyla intihar eder.
Çok acayip bir filmdi yani bu kadar şey yazıp da hala giriş dahi yapamadığımı hissediyorum. Ama burada bırakacağım yoruldum.
Aslında beklediğimden çok farklı bir film çıktığını söyleyebilirim. Şu an duygusal manada darmadağın bir haldeyim, kafamda ucu birbirinden bağımsız birçok imge var. Kim ki duk sağ olsun fena halde üzdü beni. Şu durumda sıcağı sıcağına hakkında bir şeyler yazmanın da pek sağlıklı olmadığını biliyorum. Ama daha sonra hakkında bir şey yazmaya üşeneceğimi de biliyorum.
Kim ki duk da rahatsız edici yönetmenler kervanına mı katıldı sorusunu sordurtan cinstendi. Önceki filmlerini şöyle bir düşündüğümde, genel itibariyle her biri gayet naif, gayet dingin bir anlatım ve kurguya sahip, fakat verdiği mesajlar açısında da etkileyici filmlerdi. Fakat bu filmin anlatımı da kurgusu da çok rahatsız edici cinsten. Diş gıcırdatan ağır sahneleri var ve hikâye sona doğru iyice tırmandırıp en sonunda tepeden aşağı atıyor izleyiciyi.
Tesadüf ya en son izlediğim kore filmi olan breathless ile pieta şiddet ve aile dramı konusu açısından birbirlerinin devamı gibi oldu. İkisinde de aile dramı neticesinde psikopat olmuş bir adam başrolde. Hatta o kadar ki iki filmde de bu psikopatlar tefeciden alınan borçları tahsil etmek işi ile meşguller. Breathless’de döverek tahsilat söz konusuydu ama bunda daha da ağır bir şekilde insanları sakat bırakıp alacakları sigortadan tahsil etme acımasızlığı var. Kore’de böyle bir sıkıntı var demek ki, bizde de bir dönem olduğu gibi... Belki hala da vardır tabi.
Ama bu film kim ki duk filmi olduğundan kıyas kabul etmez benim nazarımda. Her ne kadar üslubu değiştirmiş olsa da baki kalan şeyler var çünkü. Mesela olay örgüsü, kullanılan imgeler gibi.
Bazen düşünürüm; mesela büyükşehirlerde kurulu organize sanayi bölgelerinde irili ufaklı binlerce atölye vardır ve buralarda insanlar para kazanarak hayat kurarlar. Sabahtan akşama kadar aynı tezgâhta ömür çürüterek karşılığında huzurlu bir yuva inşa etmeye çalışırlar. Bu yuvada bir çocuk büyür, daha sonra da o ileride aynı şekilde yuva kurar. Filmde de görüldüğü üzere, mesela ömrünü bir tezgâhta tüketip de yuva kuramayanlar da vardır ki o da intihar etti zaten.
Tüm bu hayat tezgâhının enerjisi paradır neticede. Ama bir de borçlanma imkânı sunulur ya hani. Bir nevi bugün için gelecekten gün çalmak misali. Bazı hayatların geleceği yoktur aslında, aynı tezgâhta hayat tüketmek üzere programlanmasına rağmen olmayan gelecekten gün çalmaya kalkışabilirler. Tabi sistem bunları fena halde cezalandırmaktan geri kalmayacaktır. Ne yuvalar bozulur, ne hayatlar harcanır bu yüzden. Tam da burada insanlık sorgulanabilir işte. Para metasının harcanabilir bir değerden öte insanların hayatlarını harcayan korkunç tarafı düşünülürse.
İnsanlık demişken; hepimizin sağlıklı bir çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği için, kolektif bilinçdışı terazisiyle vicdan oluşumu için, para gibi somut bir şeyin, öznel tüm değerlerin tosladığı nesnel bir duvar görevi görmesine ne demeli? Bir çocuk annesiz büyürse mesela bu öznel durumu toplum nasıl göğüsler ve onu nasıl kendisine kazandırabilir? Herkesin para peşinde koştuğu hayat koşturmacası elbette onu yalnız bırakacaktır. Herkes tezgahında kendi yuvasını ayakta tutmaya yetebilecektir. Peki öyleyse ona bu para düzeninde nasıl bir rol biçilebilir? Tabii ki de psikopatlık. İnsanları sakat bırakarak para tahsil eden, fakirden alıp zengine vermek misyonu yüklenilmiş ekonomik birim olur. Hepimiz bir ekonomik birimiz bu sistemde değil mi? Parayla ölçmediğimiz ne kaldı ki insanlığımız kalsın.
Ama tüm bu acımasızlıkları, toplumun göğüsleyemediği her ne varsa göğüsleyecek annelik olgusu da vardır. Bir anne bu para düzenine kurban verdiği oğlunun intikamını nasıl alabilir? Para karşılığı bir silah alıp oğlunun katilini öldürerek mi? Ama böyle olmaz. Öylesine bir intikam alır ki hani bu kendi bireysel intikamından çok daha fazlasını ifade eder. Çünkü onun için ölüm sadece yakınlarına hissettirdiğiyle acımasızlıktır, yoksa kendisinin de dediği gibi; ölmek nedir ki? Ölümden beteri de vardır ve aslında şu hayat tezgâhlarında tükenenler ölümden beter bir yaşamı sürdürmektedir.
Annesiz bir vicdansıza önce anne olur sonra da ona vicdan kazandırır. Ama en sonunda öylesi bir intikam alır ki; annesini (yani kendini) öldürerek onu vicdanıyla baş başa bırakır, ölümden beter olan o duruma sokar. Sonunda o da bu duruma dayanamayıp oğlu gibi yine bir kanca vasıtasıyla intihar eder.
Çok acayip bir filmdi yani bu kadar şey yazıp da hala giriş dahi yapamadığımı hissediyorum. Ama burada bırakacağım yoruldum.
alaka kurulan:
kim ki duk,
kore sineması,
pieta,
sinema
1 Aralık 2013 Pazar
the broken circle breakdown
Zıt karakterde insanların birbirlerine aşık olması meselesi eskiden beri kafamı kurcalamıştır. Sonraları Nietzsche’nin bu konu hakkında denk geldiğim bir yazısı ile bende hafiften anlam kazanmıştı aslında. Fakat belki de bu konuda denk gelmiş olduğum tek düşünce olduğu için kendimi inandırmış da olabilirim. Alıntılamam için kitaptan bulmam gerek ki bu zor bir iş. Genel olarak düşünce; aşkın iki insan arasındaki uzaklıkları sevinç yoluyla aşmak üzere açığa çıkan bir his olduğuydu. Takdir edersiniz ki bu uzaklık arttıkça aşılacak mesafe de artacağı, belki böylece daha uzun bu hissin duyulabileceği sonucu dahi çıkartılabilir. İki insanın birbirini tamamlaması olarak da tanımlanır keza. Farklılıkların olduğu yerde de tamamlanacak çok şey var demektir. Ama genel kanıya göre birbirine yakın insanların âşık olabileceği, ortak noktası olan insanların paylaşacak çok şeyi olacağı şeklinde bir değerlendirme söz konusudur. Fakat çevremizdeki bunun aksine örneklere sıkça rastlarız. Diğer yandan yük olarak da addedebileceğimiz "kendi"ni, daha açık ifadeyle egoyu karşı cinse karşı geliştirilen bu tuhaf his ile birlikte bir köşeye bırakma durumu söz konusu. Tabi bu kişi ne kadar bizden başka bir pencereden bakıyorsa o kadar bu fonksiyon işlerlik kazanabilir.
Uzun bir giriş oldu ama umarım filmle bağlayarak hakkını verebilirim. Filmde zaten adı üstünde, çemberin anlattığı çok şey olduğunu düşünüyorum. Çemberin genel kanıya göre çağrıştırdığı döngüsellik ve kırık çemberin de şüphesiz bu döngüselliğin kesilmesi olarak değerlendirmek mümkün. Bağlamak gerekirse, farklı karakterde insanların birbirlerini tamamlaması bir tür çember gibidir. Bu öylesi ince bir çemberdir ki her an bir yerinden kırılıp dengenin altüst olabileceği, döngünün bir anda kesilebileceği endişesini de barındırır. İşte bu başlı başına bir aşk meselesi gibidir. Bu dengeyi sağlamak, bu yapıyı ayakta tutabilmek sahiden de aşkı daha da zor kılar ve şüphesiz daha da bir görkem kazandırır. Aşk görkem ister, o herkes için biricik histir.
Filmdeki iki karakter arasındaki zıtlıkları sanırım saymama gerek yok, o kadar çok ki. Hayat görüşlerinde ayrı düştükleri noktalar filmdeki ana diyalogları oluşturuyor zaten. Ama bu çemberi böylece kurmuşlardı. Tıpkı etrafımızda gözlemlediğimiz diğer benzerleri gibi. Fakat çocuğun ölmesinin çemberi dışsal bir faktör olarak kırdığı söylenebilir. Döngüsellik artık sona ermiş oluyor böylece. Tabi bunun çok ağır bir kırılma olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir etken de olabilirdi, bunun pek bir önemi yok. Film zaten biraz da bundan sonra anlatmak istediğini anlatıyor gibi. Mesela “hastalıkta ve sağlıkta, ölünceye dek” mesajı göz önünde bulundurulursa, bu yeminin, her ne olursa olsun birlikte olabilmenin bir teminatı olması adına söylendiği düşünülebilir. Tabi burada neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu da sorgulanabilir. Bu ihtiyaca şöyle gerek olabilir ki; bunu birbirlerine söylemeleri yarı yarıya kendilerine de söylemeleri anlamına geliyor. Bu kırılma noktasından sonra ise artık hem kendilerine karşı hem de birbirlerine karşı başka söylemler açığa çıkıyor. Film buradan sonra adeta birbirlerinin yüzlerine kusmalarıyla devam ediyor. Artık ikisinin arasındaki içsel faktörlere yöneliyor ve bu kısmıyla ayrı düştükleri düşüncelerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Çember denge ister, eğer o bir kez kırılırsa geri kalan kısımlarını da yok edinceye kadar her şeyi geri sarmaya başlar.
Diğer yandan anlatımda da bir döngüsellik söz konusu. İki zaman çizgisinde ilerleyip çemberin kırıldığı noktada birbirine kavuşması gibi.
Aslında film birçok şey anlatıyor tabi ama ben kendimce daha önem verip anlam bulduğum bu kısmı üzerinde durmak istedim. İyi mi yaptım bilemiyorum.
Diğer yandan bluegrass’ın ne hoş bir müzik olduğunu da keşfetmeme vesile oldu. Bilakis belçika bluegrass'ı diye bişey varmış yani. Araştırıp bişeyler bulacağım. Sanırım filmde oynayanlar müzikleri gerçekten kendileri yapıyorlarmış. Hatta konser dahi veriyorlar galiba; http://www.thebrokencirclebreakdown.be/en/music/concert Aktif müzisyenler yani.
Son olarak film tavsiyesi için negatife de buradan selam olsun.
Uzun bir giriş oldu ama umarım filmle bağlayarak hakkını verebilirim. Filmde zaten adı üstünde, çemberin anlattığı çok şey olduğunu düşünüyorum. Çemberin genel kanıya göre çağrıştırdığı döngüsellik ve kırık çemberin de şüphesiz bu döngüselliğin kesilmesi olarak değerlendirmek mümkün. Bağlamak gerekirse, farklı karakterde insanların birbirlerini tamamlaması bir tür çember gibidir. Bu öylesi ince bir çemberdir ki her an bir yerinden kırılıp dengenin altüst olabileceği, döngünün bir anda kesilebileceği endişesini de barındırır. İşte bu başlı başına bir aşk meselesi gibidir. Bu dengeyi sağlamak, bu yapıyı ayakta tutabilmek sahiden de aşkı daha da zor kılar ve şüphesiz daha da bir görkem kazandırır. Aşk görkem ister, o herkes için biricik histir.
Filmdeki iki karakter arasındaki zıtlıkları sanırım saymama gerek yok, o kadar çok ki. Hayat görüşlerinde ayrı düştükleri noktalar filmdeki ana diyalogları oluşturuyor zaten. Ama bu çemberi böylece kurmuşlardı. Tıpkı etrafımızda gözlemlediğimiz diğer benzerleri gibi. Fakat çocuğun ölmesinin çemberi dışsal bir faktör olarak kırdığı söylenebilir. Döngüsellik artık sona ermiş oluyor böylece. Tabi bunun çok ağır bir kırılma olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir etken de olabilirdi, bunun pek bir önemi yok. Film zaten biraz da bundan sonra anlatmak istediğini anlatıyor gibi. Mesela “hastalıkta ve sağlıkta, ölünceye dek” mesajı göz önünde bulundurulursa, bu yeminin, her ne olursa olsun birlikte olabilmenin bir teminatı olması adına söylendiği düşünülebilir. Tabi burada neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu da sorgulanabilir. Bu ihtiyaca şöyle gerek olabilir ki; bunu birbirlerine söylemeleri yarı yarıya kendilerine de söylemeleri anlamına geliyor. Bu kırılma noktasından sonra ise artık hem kendilerine karşı hem de birbirlerine karşı başka söylemler açığa çıkıyor. Film buradan sonra adeta birbirlerinin yüzlerine kusmalarıyla devam ediyor. Artık ikisinin arasındaki içsel faktörlere yöneliyor ve bu kısmıyla ayrı düştükleri düşüncelerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Çember denge ister, eğer o bir kez kırılırsa geri kalan kısımlarını da yok edinceye kadar her şeyi geri sarmaya başlar.
Diğer yandan anlatımda da bir döngüsellik söz konusu. İki zaman çizgisinde ilerleyip çemberin kırıldığı noktada birbirine kavuşması gibi.
Aslında film birçok şey anlatıyor tabi ama ben kendimce daha önem verip anlam bulduğum bu kısmı üzerinde durmak istedim. İyi mi yaptım bilemiyorum.
Diğer yandan bluegrass’ın ne hoş bir müzik olduğunu da keşfetmeme vesile oldu. Bilakis belçika bluegrass'ı diye bişey varmış yani. Araştırıp bişeyler bulacağım. Sanırım filmde oynayanlar müzikleri gerçekten kendileri yapıyorlarmış. Hatta konser dahi veriyorlar galiba; http://www.thebrokencirclebreakdown.be/en/music/concert Aktif müzisyenler yani.
Son olarak film tavsiyesi için negatife de buradan selam olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)