23 Mart 2014 Pazar

cafe de flore

Aslında kadın erkek ilişkileri konusunda ahkâm kesmemeyi kendime nasihat etmiştim ama bir şekilde okuduğum kitaplar, izlediğim filmler ile bu konunun içerisine sürükleniyorum işte. Elbette algıda seçicilik burada belirleyici bir etken; yalnız oluşum ve bunu kanıksayıp yaşam biçimi olarak benimseyişim, diğer yandan ontolojik soru(n)larıma cevaben aradığım karşılıklar, başka hayatları gözlemleyişim, bundan da öte belki de imrenişim bir şekilde beni buna çekiyor şüphesiz. Tabi burada işin içerisinde olan, yaşayıp tecrübe etmiş birisi olarak değil de sadece dışarıdan gözlemlemiş birisi olarak değerlendirmem umarım kabul görür. Yoksa inanın ben de hiç haddime olduğunu düşünmüyorum yani.

Cafe de flore, favori filmlerimden olan c.r.a.z.y.'nin yapımcısı Jean-Marc Vallée filmi. C.r.a.z.y.’nin bana düşündürdüklerini bir gün ifade etmeye çalışabilirim belki ama bu bir hayli zorlar, o yüzden ertelemeye devam bakalım şimdilik. Cafe de flore ise giriş kısmında saçmaladıklarımdan da anlaşılacağı üzere kadın erkek ilişkisi üzerine kurulu bir film. Fakat bunu ruh eşi kavramından ve bu kavramın da kökenini oluşturduğunu düşündüğüm annelik içgüdüsünden hareketle değişik bir boyutta ele almış. Bir hayli etkilendiğimi söylebilirim.

Müzik yine c.r.a.z.y.’de olduğu gibi filmin merkezinde yer almış. C.r.a.z.y. için bunu düşünmemiştim ama özellikle bu filmde yönetmenin; müziğin anı yaşamak, diğer bir ifade ile carpe diem kavramı ile yakından ilişkili olduğunu vurgulamaya çalıştığını söyleyebilirim. Müzik dinlemek tam da şimdiki zamanın içinde olmak demektir. Ne geçmişte, ne de gelecekte, tam o anda olmak. Parçanın içerisinde ezgilerin değişimi, o parçanın süreci içerisinde müdahale edilemez bir değişimdir. Mesela o pek sevdiğimiz parçanın giriş kısmı parçayı çalmaya başladığımızda başlar ve biteceği yerde biter; solo kısmı mesela 3. dakikadaysa o dakika çalacaktır ve bitmesi gerektiği zaman bitecektir. Bizler sadece dinleyici olarak o anın içerisinde oluruz. Sartre'ın Bulantı kitabında da buna benzer bir benzetme vardı yanılmıyorsam.

Peki hayatta ne kadar böyle yaşarız? “Şimdi”mizi, “şu an”ımızı bir müzik parçası gibi yaşayabilir miyiz? Pek yaşayanımız yoktur herhalde. Çünkü bizlere seçim şansı verilmiştir. Şu anımızı yaşamanın bizim seçimlerimizle ilişkili olduğu kanıksamışızdır bir kere. Bir müzik parçasındaki solonun 3. dakikada girmesi gibi bizim dışımızda bir kesinlikle değil de bizim seçimlerimiz doğrultusunda istersek 1. dakikada başlatabileceğimiz, istersek 5. dakikada başlatabileceğimiz sanrısı gibi. Diğer yandan seçimlerimiz geçmişten elde edilen tecrübenin geleceğe yansıtılma sanatı gibi düşünülebilir. Arada “şimdi”, “şu an” atlanarak tabi.

Burada çocukluk ve yetişkinlik kavramlarına değinilebilir. Çocuklar şüphesiz ki sürekli olarak şimdiki zamandan bahseden, “şu an”ın içinde bulunan varlıklardır ve bu konuda yetişkinlerle sürekli bir çatışma halindedirler. Yetişkinler, özellikle de anneler, çocuğu sürekli başına buyruk olmaktan alıkoyar, sürekli onun geleceğini güvence altına almak zorunda hisseder kendini. Adeta hayattaki misyonu buymuş gibidir.

Jacqueline, down sendromlu bir çocuğun annesi olarak annelik içgüdüsünün güçlü bir temsilcisidir filmde. Çocuğunun doğumundan sonra down sendromu açığa çıkınca kocası onu terk eder. Çünkü erkeklerde çocuklarına -veya herhangi bir şeye- karşı böylesi güçlü bir aidiyet yoktur, onlar kaçıp kendi hayatını yaşamayı seçerler, başka birisinin hayatı için kendi hayatlarından herhangi bir feragatta bulunmazlar. Ama kadının güçlü annelik aidiyeti bunu kabul etmez ve tüm hayatını kilisede ettiği yemin ile çocuğuna bağışlar.

Carole ise diğer annelik içgüdüsünün temsilcisidir. Hatta o kadar ki filmin sonunda Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğu filan ortaya çıkacaktır. Corole ile Antonie çocukluklarından beri birlikte olup, iki de çocuk yaparak hayatlarını birleştirmişlerdir. Beraber büyümüşler ve hep birbirlerinin ruh eşi olduğuna inanmışlardır. Fakat adam bu inancı bir yerde kaybederek ruh eşi kavramını sorgular. Ve sonuçta Carole'u sarışın güzel Rose’u tercih ederek terk eder.

Carole ile Jacqueline sürekli kitap okurlar mesela. Sürekli her şeyi bilmek, geleceği sağlama almak üzere farkındalık sağlamak peşindedirler. İkisi de şimdiki zamanından vazgeçmiş ve hayatlarını birisine adamış annelerdir. Antonie ve down sendromlu çocuğumuz ise geçmişten ve gelecekten nispeten kendini soyutlamış, ortak noktası müzik dinlemek olan ve şimdiyi, şu anı yaşayan erkeklerdir.

Kadınların uzun süren evliliklerde, belki de erkekleri ellerinde tutmak için annelik içgüdülerini devreye soktukları bilinir. Her işin kontrolünü ele alan, erkeğe güvenli bir gelecek sunan, onun yerine seçimler yapan bir anne rolünden bahsediyorum. Bunu etrafımızda da gözlemleyebiliriz.  Erkekler şüphesiz kadınlara kıyasla, özellikle gündelik yaşam pratikleri açısından değerlendirildiğinde bir hayli gerizekalı kalırlar. Birçok erkeğin kendisini eşine teslim edip ömrünü tamamladığı bilinir. Hatta karısı öldükten kısa bir süre sonra sebepsizce ölen yaşlı amca örnekleri filan vardır. Bu tıpkı küçük bir bebekken anneye olan muhtaçlığın yansıması gibi düşünülebilir.

Antonie ise bu kadere meydan okur ve 20 yıllık eşini terk ederek Rose ile yaşam kurar. O bir müzisyendir, müziği hisseden ve hayatını tıpkı müzik gibi yaşamak isteyen bir adamdır. O anı yaşamayı becerebilen ender insanlardandır. Bu açıdan o bir çocuk gibidir. Tıpkı çocuklar gibi sürekli şimdiden bahsedip durur. Tıpkı bir çocuk gibi başaramadığı ufak şeylere sinirlenir.

Ayrıldıktan sonra Carole Antonie’yi kendisini terk eden yaramaz çocuk olarak konumlandırmıştır. Bir gün bu yaramazlıktan vazgeçip kendisine döneceğine inanır. Fakat bu gerçekleşmeyince boşluğa düşer. Hayatına sürekli yeni anlamlar katmaya çalışsa da bunu başaramaz. Bir şeyler okur, rüyalarını yorumlar, incik boncuk işlerine sarar filan. En sonunda bir medyuma giderek Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğuna inanır. Paralel hayatındaki Jacqueline, kendini sarışın bir kız için terk eden oğlunu affetmez ve acı bir şekilde hepsini öldürür. Buna rüyalarında tanıklık etmiş olan Carole ise durumdan kendine vazife çıkararak, tabi annelik içgüdüsünden de vazgeçmeyip Antonie’nin yaramazlığını kabul eder. Antonie onun çocuğu gibidir, Rose ise olsa olsa gelini. O yine hayatını Antonie ve iki çocuğuna adamıştır ve kendi hayatından feragat etmiştir.

Aslında o kadar çok imge var ki filmde hiçbirine değinemedim. Mesela sualtı sahneleri iyiydi. İnsan sualtına daldığında, o anın içinde bulunduğunu çok güçlü hisseder. İki sevgilinin sualtına girip birbirlerine sarılmaları da, o anlarına sarılıp korumak olarak belki ifade edilebilir. Ya da ben salladım oldu işte :) Belki yetişkin bir erkek ile down sendromlu bir çocuk arasında paralellik kurarak da geniş anlamda bir mesaj vermek istemiştir. Neyse fazla da sallamadan kesmekte fayda var kimse okumaz bu kadar uzun yazıyı zaten.

1 yorum:

Züleyha Muslu dedi ki...

yazıyı okumadan filmi izleseydim bu kadar etkilenmezdim sanırım.Çok çok güzel bir yorum olmuş eline sağlık.Bana film genelinde öfke ve acıma duygusu hakim olduğundan bu kadar objektif bakamazdım karakterlere. Jacqualine ve Carole'ün birleştikleri nokta gerçekten çok etkileyiciydi.Sonra dediğin gibi ayrıntı çok fazlaydı tıpkı c.r.a.z.y'de olduğu gibi.Yönetmen de her filminde ben Pink floyd manyağıyım diye bağırıyor resmen :)

bir de müzikte anı yaşama olayı ile Antonie'nin içinde bulunduğu durumu özdeşleştirmen çok güzeldi.

bi ara da c.r.a.z.y için saçmalasan da, okuyup tekrar izlesem filmi :)

sevgilerle..