16 Temmuz 2013 Salı

tutmasaydım düşüyordum


Küçükken bir arkadaşım havuzda ayağı kayarak sırt üstü düşüp kafasını yere çarpmıştı. Ben görmemiştim, orada değildim zaten, olay olduktan sonra haberimiz olmuştu. Kafası kanamış ve travma geçirmişti. 48 saat müşahede altında tutuldu. Beyin kanaması geçirme ihtimali, şuurunu kaybetme ihtimali, felç olma ihtimali, dahası hayatını kaybetme ihtimali gibi birçok şeyden bahsedilmişti henüz küçücük bir çocukken bana. Ağır gelmişti tabi tüm bu kavramlar. Arkadaşları olarak bizler bu iki gün boyunca nasıl tedirgin bir bekleyiş süreci geçirmiştik çok iyi hatırlıyorum. Bu olay beni çok etkilemişti.

Dün grup halinde denize gitmiştik. Oradaki vaktimin çoğunu biri lise diğeri ise üniversite öğrencisi olan iki genç arkadaş ile geçiriyorduk. Denize girerken ve denizden çıkarken ortak karar veriyor ve beraber yüzüyorduk. Denize uzanan iskelenin önü betondu ve bir hayli de kaygandı. Arkadaşları sürekli kayıp düşmemeleri konusunda uyarıp duruyordum. Benden sıkılmış bile olabilirlerdi, yanlarında anneleri olsa ancak bu kadar aynı şeyi tekrarlayıp dururdu herhalde. Ama ne yapayım, çocukken arkadaşımın kayıp düşmesi bende iz bırakmıştı ve aynı şeyin onların başına gelmesinden korkuyordum sanırım.

Artık dönüş saatimiz yaklaşmıştı ve denize son girişimdi. Sudan çıkıp, duş alıp, kıyafetlerimi giyip çantamı toparlamayı planlıyordum.  Bunları düşünerek denizden çıkarken, terliklerime doğru yürüdüğüm esnada bir anda ayaklarım yerden kesildi ve sırt üstü yere düştüm. Ve tam da oradaki tasavvur ettiğim korkulu rüyam benim başıma gelmişti. Elimi başımın arkasına götürdüğümde saç ile karışık kan doluydu avucumda.  Aklımdan ilk geçenler tabi ki çocukluğumda üzerimde büyük bir tesir bırakmış olan şu kavramlardı; travma, beyin kanaması, şuur kaybı, felç …

Şu an bu satırları dikişli bir kafayla yazıyor olsam da kafamın içerisinde herhangi bir sorun açığa çıkmadı henüz. Bilincim gayet yerinde, nietzsche’nin diyalektik materyalizme etkisini tartışabilecek düzeyde bilinç sahibi hissediyorum kendimi. Şu 48 saat müşahede dedikleri süre de birkaç saat sonra dolacak. Sanırım kafam sivri bir taşa çarparak açıldı fakat darbe çok da sert değildi ve bu yüzden de kafamda travmatik bir etki bırakmadı. Kafamın yere çok hızlı çarpmaması da reflekslerim sayesinde olmuştu. Bunu nasıl başarıyorum bilmiyorum tabi ama reflekslerimin müthiş çalıştığına bir kez daha tanık oldum.

Kayıp düştüğümde,  yerde yattığım esnada kafamı nasıl çarptığıma takılmıştım mesela. Çünkü o esnada, saniyelerle dahi ölçülemeyecek kadarlık kısa bir sürede kollarımı geriye atabilmiştim. Yerde yatarken kollarımdaki acıyı hissedebiliyordum. Kollarımdaki yaralar, düşüş esnasında kollarımı bir hayli kastığımı gösteriyor. Fakat hesapta olmayan bir şey daha vardı ki zemin ıslak ve kaygandı ve kollarım da tam anlamıyla frenleyemeyip kaymışlardı sanırım. Böylece kafam da yere çarpmak zorunda kalmıştı. Ama kollarım düşüş hızımı kesmişti ve kafamın travmaya yol açacak bir darbe almasını önlemişti.

Orada saniyelerle bile ölçülemeyecek kadar küçük bir zaman ölçeğinde kollarımı geriye atmış olmamın, insan yapısının muazzam bir alamet-i farikası olduğunu düşünmeden edemiyorum. İnsan kendi başına geleni abartmaya meyilli olduğundan mıdır bilmiyorum ama mucize olarak görüyorum yani şu olaydan bu kadarla yırtmış olmamı. Aslında abarttığımı da sanmıyorum zira kaza geçirmek doğamın bir parçası oldu artık, yani ender bir durum değil benim için. Bisikletten defalarca tehlikeli bir şekilde düşüş yaptığım halde bunları hemen hemen hiç önemsemediğimi söyleyebilirim. Bu denli bisiklet kullanan, dağ bayır demeden gezen birisin başına gelmesi olağandır diye düşünmüşümdür hep.

Mucize görmemin başlıca sebebi tüm koşulların aleyhime olmasına rağmen olabilecek en iyi şekilde durumu lehime çevirebilmiş olmam. Zemin son derece kaygandı ve hiç tökezlemeksizin ayağım birden bire yerden kesilerek doğrudan sırt üstü çakıldım. Yani bu açıdan düşebileceğim en hızlı şekilde yere çakıldım. Diğer yandan da kafamın yere çarptığı yerde sivri bir taş denk gelmişti ve kafamı delmişti. Tüm bu koşullar altında kolumu yere paralel tutmayı beceremeyip hızımı kesemediğim düşünülürse, o hızla yere çakılıp da kafam o sivri taşa çarpmış olsaydı büyük ihtimal kafatasım kırılırdı ve kesinlikle travmatik bir etki bırakırdı.

Bu tür olaylar, hele ki üzerine düşündükçe acayip boyut kazanıyor ve çok etkiliyor. O saniyelik olay kafada tekrar tekrar yaşanıyor ve her bir keresi irdeleniyor. Ya da benim kafada bir sorun var ben üzerine çok düşüyorum bilemiyorum. Şansa yaşadığımı düşündüm bir kez daha. Daha ne kadar götürürüm bu işi bilemiyorum ama şu an gayet iyi yürütüyoruz bakalım…

Not: Yukarıdaki fotoğrafta, iskeleden uzanan kırmızı halının bitiminde, sağda görüldüğü üzere gayet kaygan olan beton zeminde söz konusu olay gerçekleşti.

19 Haziran 2013 Çarşamba

aslında

Özgürlükten anladığımızı bazen sorgulamak gerek. İnsan en özgür olduğunu düşündüğü sırada en tutsak duruma düştüğü olabiliyor. Özgürlük bir kere bir irade meselesidir, bir iradeyi ortaya koyabiliyorsanız, şayet egemenseniz özgürsünüzdür. Seçmek bir iradeyi yansıtmayabiliyor. Her şeyin ideal olanının başkalarının iradelerince belirlenip hazır bir şekilde önümüze koyulması ve bunların arasından bir seçim şansı sunulması bir özgürlük değildir. Bunu çeşitlendirmek de bir işe yaramaz, sadece ideal olanını farklılaştırmış olan iradelerin egemenliği altında bir seçimdir bu.

Özgürlüğümüz seçmemiz değildir bazen. Bunu neden anlatamayız, neden anlamazlar bilmiyorum. Bunlar da insan değil mi ki? Artık dünya büyüdü, kocaman oldu; çok kitaplar yazıldı, çok filmler çevrildi neredeyse anlatılacak her şey anlatıldı, üzerine söylenecek söz kalmadı derken… Bitmedi. Her seferinde insanlık serüvenimiz yeni hikâyeler yazdı, yeni sözler söyledi ve hep bizi şaşırttı. Artık böylesi bir çağdayız, şaşılası bir çağ bu.

Böylesi bir zamanda hala hantallaşmış bir yapıyı kabullenişimize ne demeli? Neden bu konuda şaşmazlık arıyoruz sanki. Bu bizim insanlık serüvenimiz değil, bunun bir parçası olmadık ve olamayacağız. Seçmek özgürlük değildir bazen, bir şeyi seçmek onu diğer seçimler arasında ideal olanı olarak görmekten ibaret. Diğer seçimlerimiz de, kendi seçimlerimiz de idealize edilmişse ve biz bu kapanın faresi olmuşsak tüm bu düzenbazlığa küseriz. Bugün olan da biraz böyle. İdealize edilemeyen bağımsız düşünceler de var. Ve bu bağımsızlık içerisinde de birlik var. Bu kadar olmamalı, milyonlarca insanın sadece 3-5 seçim şansı olmamalı, bu kadara indirgenmemeli. Çünkü çok kitap yazıldı, çok film çevrildi ve çok düşündük biz, çok çeşitlendik artık. Hayatı farklılaştırılmış iradelerin tahakkümü altında bir kapana kısılmış olarak yaşamak kader olmamalı. Herkesin bir nebze olsun iradesini yansıtabildiği bir hayat olmalı. Ben gençlerin gözlerinde asıl bunu istediklerini görüyorum. Böyle olsa çok ferahlayacağız ve bu baskıları üzerimizden atacağız.

Bir yerlere geldik belki. Bu ilerleyişte bizi korkutmaya çalıştılar ama olmadı. Çünkü bilmiyorlardı ki bizim asıl korkumuzun tüm bunların başa sarıp da tekrar başladığımız noktaya döneceğimiz korkusu olduğunu. Bu yüzden elde edinceye kadar dinmemeli.

3 Mayıs 2013 Cuma

zeki bir varlık olarak bakteriyle aynı kaderi paylaşmak


Bundan 3,5 milyar yıl önce, yani hayatın başladığı ilk zamanlarda atmosferde hiç oksijen yoktu. Bunu biliyoruz. Anaerobik, yani oksijensiz ortamda yaşayan tipte bakteriler yaşıyordu okyanuslarda.
Oksijensiz ortamda yaşayabilen ve sadece yaşamak suretiyle oksijen üreten bu bakteriler dünyanın ilk sakinleriydi. Tıpkı bizim karbondioksit ürettiğimiz gibi, onlar da oksijen üretiyorlardı. Bu bakteriler çoğaldılar, çoğaldılar, yeryüzünün her tarafını doldurdular. Ama çıkardıkları oksijen sonuçta kendilerini zehirleyen bir etki yaratmaya başladı. Sonunda atmosferi öyle bir şekilde değiştirdiler ki, kendi kendilerini yok ettiler. Tamamen de kaybolmuş değiller aslında, dünyanın en eski yaratıklarından okyanusların ve buzulların altında halen yaşayan çok az sayıda da olsa örnek var.

Tabii biz bakterilerden daha zeki olduğumuzu düşünmeyi seviyoruz. Hayatlarımızı ona göre uyarlarız diyoruz. Ama bu bence pek de doğru değil. İnsanlar da diğer organizmalar gibi. Bütün organizmalar sistemi kendi avantajlarına göre maksimize etmeye, en iyi hale getirmeye çalışırlar. Bütün kaynakları tüketmeye ve bunu o kaynak ortadan kalkana kadar yapmaya devam ederler. Bütün organizmalar böyledir. Ekonomik sistemimizin de üzerinde durduğu şey maksimum üretimdir. Bugün dünyadaki her ülke batı ülkeleri gibi olmak istiyor, aynı hayat tarzı, aynı klimalar, aynı cihazlar. Biz Batı’da insanları düşünmeye alıştırıyoruz, bunun içinde eğitiliyoruz. Ama bence eylemler sözden daha etkilidir. Biz bu yolda yürümeye devam edersek, bakterilerden daha akıllı filan olmadığımızı, tıpkı ilk anaerobik bakteriler gibi davrandığımızı, onların yaptığının aynını yaptığımızı göstereceğiz. Sistemin sınırlarını aşana kadar yapabilirsin de bunu, ama aştığın anda sistem çöker.

Burada bütün sistemin çökeceğini düşünmüyorum tabii. Sadece ilgili canlı varlığının sistemi çöker, yani insan topluluklarının, ama sistemin kendisi var olmaya devam eder. Son derece iyimserim sistemin geleceği hakkında. Bu küresel ısınma, insanların her şeyi tüketmesi falan, yüzeydeki bir cilt kanseri gibi. Öyleyse gezegen kanseri durduracak şekilde hareket edecektir. Büyük fırtınalar kopacak, özellikle de Bangladeş ya da Afrika’yı silip süpürecektir, ama dünya kalacaktır. Oluşan bu yeni dünyada, yeni canlılar üreyecektir. Bitkiler karbondioksit sever, belki dünya bitkilerle dolar.

Lemming diye bir hayvan var ya, ona benzetiyorum insanları. Bir yaratık kaynak tabanını aştığı zaman nüfus çöker. Bence eninde sonunda insanların başına gelecek olan da budur. Değişen bir sistem varsa ve elinde senin de bu değişen sistemin bir parçası olduğunu gösteren deliller bulunuyorsa, o zaman basiretli, ihtiyatlı biri bu gidişatı yavaşlatalım ki sistemi ve bu değişikliğin ne yönde olacağını anlayana kadar zaman kazanalım der.

Lonnie Thompson



13 Nisan 2013 Cumartesi

nothing personal

Yalnızlık, yaşamda bir an, 
Hep yeniden başlayan.. 
Dışından anlaşılmaz. 

Ya da kocaman bir yalan, 
Kovdukça kovalayan.. 
Paylaşılmaz. 

Bir düşün'de beni sana ayıran 
Yalnızlık paylaşılmaz 
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.

"Özdemir Asaf"


Yalnızlık ne kadar özgürlüktür. Yalnızlığın paylaşılamadığı yerde özgürlüğe gem vuran bir başka hayatın kapısının eşiğinden süzülen ışık hep mi insanı çeker bir şekilde kendisine? Türlü türlü yalnızlıklar da vardır ya hani; bir yeri terk etmenin yahut bir yerde kalmanın;  bir başına insanları terk etmenin yahut insanlar içinde kalmanın yalnızlıkları...  Hangisine bürünürsek bürünelim, o kapının eşiğinden süzülen ışık hep bir şekilde kendisine çekmez mi bizi?

Kendini tanımlamamak için illa ki mi seçim yalnızlıktan yana olmalı? Böylece hiçbir şey olabilir mi insan? Peki ya iki yalnızlığın kesiştiği yolda? Hiçbir şey kalınabilir mi? İki kişi arasında yalnızlığın paylaşıldığı bir hayat kurulabilir mi? Yoksa paylaşılsaydı bu yalnızlık olmaz mıydı?

Bir yerde oldu. Ama sanki olmadı da. Sorulara cevap yok aslında filmde. Yalnızca yalnızlık var.  İnsanlar yalnızlıklarını paylaşabilirler mi bilemiyoruz ama bu film paylaşmış işte bir şekilde.

Aslında filmden kareler içermesi dışında pek alakalı bir parça (sözleri itibariyle) olmasa da, bu filmi keşfetmemi sağladığı için kendisi paylaşıyorum;




11 Nisan 2013 Perşembe

kaldırım nerede


sürekli sorduğum bir soruyu slogan olarak bir kampanyada görerek, kampanya destek çıkanların gönderdikleri fotoğraflara şöyle bir baktığımda, benimle aynı dertten muzdarip olanların hiç de azımsanmayacak boyutta olduğunun farkına vardım aslında. kaldırımlar çeşitli şekillerde işgal ediliyor ve ciddi şekilde yürümekte zorluk çekiyoruz. ben de öyle bir mahalleye düştüm ki, siteye fotoğraf çekip yüklemeye karar versem sanırım neresini çekeceğime bir türlü karar veremezdim. tüm mahalleyi panoramik çekimle yollasam yeridir yani. sokaklar tamamen arabaların hegemonyası altında. iki şeritlik bir yol yapmışlar fakat arabalar tek şerit olarak kullanıyorlar. çünkü yola karşılıklı park ediyorlar boydan boya. yol da iki aracın yan yana geçebileceği kadar genişlikte olduğu için ve karşılıklı park ederek yolda yer kalmayacağı için arabaların yarısı kaldırımda oluyor. peki insanın yürüyeceği yer? bunun için herhangi bir yer yok. insanlar nasıl olsa araba geçinceye kadar park eden arabaların arasına girip beklerler.

arabaları zaten karakteristik olarak sevmememin yanı sıra, her gün, en büyük özgürlüklerimden birisi olan yürüme özgürlüğünü kısıtlıyor oluşu ile hepten deli eden bir şey olup çıktı. ayrıca bir bisikletli olarak arabalar hakkında düşünceme hiç girmiyorum bile, ağza alınmayacak şeyler söyleyebilirim. anlamadığım şey işin nasıl bu hale gelmesine müsaade ediliyor. sokakta yürümeye çalışan sadece ben değilim herhalde. her gün garipsemeden edemiyorum, insanoğlu nasıl oluyor da yürümek gibi en temel özgürlüğünü böylesine kısıtlayabiliyor. çözüm nedir bilmiyorum, sanırım tek çözüm kredi çekip araba alarak yaya insanları park eden araçlar arasında beklemeye mahkum etmekte. yayalar beklerler, onlar yürümesinler, eşek değillerse faizler bu kadar düşükken bi zahmet kredi çekip araba alsınlar.

işler nasıl oluyor da bu hale geliyor anlamıyorum. ama bir çözüm daha var. her an bir köye yerleşebilirim. hem köyde kaldırım bile yok ki işgal edilsin değil mi?