26 Mayıs 2011 Perşembe

asırlar geçiyor hiçbir şey değişmiyor

Bazen bir şeyler düşünürken saplanıp kalıyorum. İnsan yaşlandıkça saplantıları da artıyor sanırım. Böyle zamanlarda elime bir kitap alıp farklı bir şeyler düşünmeye çalışırım. Böyle bir durumdaydım işte. Elimde kitap hatta televizyon bile açık. Televizyonda bir takım insanlar (kendilerini siyasetçi diye nitelendiriyorlar) nutuk atıyorlar filan. Zaten artık televizyonda başka bir şey de yok hani. Bu durumda kitaba odaklanmayı yeğliyorum tabi ki. O esnada şunu okuyorum;

-9-


“İstencin Özgürlüğü Öğretisinin Ortaya Çıktığı Yer” – Bir insan üzerinde tutkularının biçiminde, bir diğerinde dinleme ve itaat etme alışkanlığı bir üçüncüsünde mantıklı bilinç, bir dördüncüsünde ise kaçamaklardan hoşlanma ve cesurca keyif alma olarak durur “zorunluluk”. Bu dördünün istencinin özgürlüğü, tam da her birinin en sıkı sıkıya bağlı olduğu yerde bulunur: tıpkı ipek böceğinin, istenç özgürlüğünü tam da kozasını örmekte bulması gibi. Peki neden böyledir bu? Açıkça şundan dolayıdır ki, her biri kendini yaşam duygusunun en büyük olduğu yerde en özgür hisseder, dediğimiz gibi kâh tutkuda, kah ödevde, kah bilgide, kah yüreklilikte. Birey, kendini güçlü kılan şeyin, kendini canlandırdığını hissettiği şeyin, daima özgürlüğünün unsuru da olması gerektiğini düşünür ister istemez: bağımlılığı ve kalın kafalığı, bağımsızlığı ve yaşam duygusunu zorunlu çiftler olarak bir arada ele alır. – Burada, insanın toplumsal-siyasal alanda edindiği bir deneyim, yanlış bir biçimde, nihai metafizik alana aktarılmaktadır: orada güçlü adam aynı zamanda özgür adamdır, orada zevkin ve tutkunun canlı duygusu, umudun büyüklüğü, arzulamanın gözüpekliği, nefret etmenin güçlülüğü egemenlerin ve bağımsızların donanımıdır, öte yandan bağımlı olan, köle, ezilmiş ve ahmakça yaşar. – istencin özgürlüğü öğretisi, egemen zümrelerin bir buluşudur.

-10-

“Yeni Zincirleri Hissetmemek” – Herhangi bir şeye bağımlı olduğumuzu hissetmediğimiz sürece, kendimizi özgür sanırız: insanın ne denli gururlu ve iktidar düşkünü olduğunu gösteren yanlış bir çıkarımdır bu. Çünkü burada, alışılmış bir bağımsızlık içinde yaşadığı, bunu istisnai bir biçimde yitirdiğinde karşıt bir duyguyu hissedeceği varsayımıyla, bağımlı olduğu anda, bunu her koşulda fark etmesi ve bilmesi gerektiğini kabul eder. – Peki ya bunu tersi doğruysa: insan daima çok yönlü bir bağımlılık içinde yaşıyor, ama kendini “özgür” sanıyor, zincirin baskısını uzun bir alışkanlık sonucu artık hissetmiyorsa? Yalnızca yeni zincirlerden rahatsız olur ancak: - “istenç özgürlüğü” de yeni zincirleri hissetmemekten başka bir şey değildir aslında.

-11-

“İstenç Özgürlüğü ve Olgunun Yalıtılması” – Alışıldık eksik gözlemimiz bir görüngü grubunu tek bir şey olarak algılar ve olanları bir olgu olarak adlandırır: bu olgu ile bir diğeri arasında boş bir uzamın bulunduğunu da düşünür üstelik, her bir olguyu yalıtır. Oysa hakikatte tüm eylemlerimiz olguların ve boş ara uzamların sonucu değil, sürekli bir akıştır. Bu yüzden, istenç özgürlüğü inancı tam da sürekli, biricik, bölünmemiş, bölünemez bir akış tasarımıyla bağdaşmaz: bu inanç “her bir eylemin yalıtılmış ve bölünemez” olduğunu varsayar; isteme ve bilme alanında bir tür “atomculuktur.” – Karakterleri nasıl yanlış anlıyorsak, olgulara da aynı şeyi yaparız: aynı karakterlerden, aynı olgulardan söz ederiz: “oysa ikisi de yoktur.” Yalnızca aynı olguların var olduğuna, kademeli bir değerler düzenine karşılık düştüğüne ilişkin yanlış varsayıma dayanarak övgüde ve kınamada bulunuruz: yani yalnızca tek tek olguları değil, sözde aynı olan olgu gruplarını da (iyi, kötü, merhametli, haset eylemler vb.) yalıtırız. – her ikisinde de yanılarak. – Sözcük ve kavram, eylemlerin-grupların bu yalıtılışına inanmamızın en belirgin nedenidir: sözcükler ve kavramlarla yalnızca şeyleri “imlemekle” kalmıyor, başlangıçta onları naracılığıyla şeylerin özünü kavradığımızı da zannediyoruz. Sözcükler ve karmalar aracılığıyla şimdi bile sürekli olarak şeyleri olduklarından daha basit, birbirlerinden ayrılmış, bölünemez, her biri kendi başına ve kendisi için var olarak düşünmeye ayartılıyoruz. Dilde, ne kadar özenli olunsa da her an yeniden sökün eden felsefi bir mitoloji gizlidir; istencin özgürlüğüne, yani aynı olguların ve “yalıtılmış” olguların varlığına duyulan inancın sebatkâr bir havarisi ve avukatıdır dil.


-12-

“Temel Yanılgılar” – İnsanın, herhangi bir ruhsal hazzı ya da acıyı duyumsayabilmesi için, şu iki yanılsamadan birisine kapılmış olması gerekir: ya belli olguların, belirli duyumsamaların “eşitliğine” inanıyor olmalıdır: o zaman şimdiki durumları daha öncekilerle karşılaştırarak ve onların eşit ya da eşit olmadıklarını saptayarak (her türlü anımsamada gerçekleştiği gibi) ruhsal bir hazza ya da acıya sahip olur; “ya da istenç özgürlüğüne” inanır. Örneğin “bunu yapmamalıydım”, “bu başka türlü gerçekleşebilirdi” diye düşünür ve bundan da yine haz ya da acı duyar. Her türlü ruhsal hazda ya da acıda işbaşındaki hatalar olmasaydı, hiçbir zaman bir inanlık ortaya çıkmazdı, - insanlığın temel duygusu, insanın özgürsüzlük dünyasındaki özgür olduğu, ister iyi ister kötü davransın ölümsüz “mucize yaratıcısı”, şaşırtıcı bir istisna, hayvanüstü, handiyse-tanrı, yaratılışın anlamı, var olmaması düşünülemeyen, kozmik bilmecenin çözüm şifresi, doğanın büyük hakimi ve onun aşağılayıcısı, kendi tarihine “dünya tarihi” diyen varlık olduğu duygusudur! Vanitsa vanitatum homo*
*Hiçliklerin hiçi insandır.

Ne tesadüf ama. Yüzyıllardır hiçbir şey değişmiyor demek…

Hiç yorum yok: