yazan: seda taş kaynak: radikalblog
31 Ekim 2012 Çarşamba
içimizde doğan yeni sosyalleşme kavramı
30 Ekim 2012 Salı
dead can dance'in 16 yıl sonra albüm yapması
dün arkadaşıma dead can dance'in yeni albüm yaptığını söylediğimde haliyle inanmadı. ee yıl 2012 olmuş, aradan 16 yıl geçmiş yani. aradan onca senenin geçmiş olması üzerine elbette eskiler ile birebir aynı çizgide bir albüm yapamazlardı, bu genel olarak hep böyle olur zaten. bu açıdan olumsuz eleştirilere maruz kalmaları da hep olagelen bir durum. gereksiz bir beklenti bence. bu açıdan değerlendirmeyi yersiz bularak albümün gayet güzel bir albüm olduğunu söyleyeceğim. hatta gayet de dead can dance kalitesinde/çizgisinde bir albüm olduğunu iddia edeceğim.
dün bir arkadaşıma göndermek için albümü google drive'a yüklemiştim, şu an hazır yüklü bir şekilde mevcut. aramakla uğraşmak istemeyen varsa mail adresini yazarsa albümü gönderebilirim.
19 eylül'de istanbul'da verdikleri konsere gidememiş olmak öylesine koydu ki. umarım tekrar gelirler.
22 Ekim 2012 Pazartesi
opeth - the drapery falls
opeth'in bazı parçaları bir takıldı mı günlerce hatta bazen haftalarca takılıyor. grubu o kadar çok dinlemiş ve parçalarını hatim etmiş olduğum halde ara sıra böylesi takılıyor oluşum garip. zira genel olarak çok dinlediğim parçalar tükenirler ve onları tekrar dinleyemem. neyse, bu aralar da drapery falls fena halde sardı.
orijinal
efsanevi lamentations dvd'sinden
bu da yeni opeth kadrosu ile
alaka kurulan:
konser,
lamentations,
müzik,
opeth,
the drapery falls
20 Ekim 2012 Cumartesi
18 Ekim 2012 Perşembe
apocalypse
Kaynak: Deli Saçması
Bazen durup düşünüyorum... Hayatımızın nefes alma anları, ne kadar da kısıtlı.. Elimizi attığımızda karşımıza çıkmayan yeşiller, bizlerden başka canlılara olan tahammülsüzlüğümüz, birbirimize karşı olan bitmek tükenmek bilmeyen öfkemiz, sürekli yeni tohumlar ekerek suladığımız agresyon, nefret.. Sabah erken uyanmak, modern kölelik, trafik, tanışmaya tenezzül etmediğin insanlarla yan yana yolculuk etmek, öfkeden trafikte bir tanesine okkalı bir küfür sallamak... Geç kalsan, izah etme stresi...
Tüm bunlardan sıyrılıp, yaşamaya haftada kaç dakika fırsat bulabiliyor insanoğlu, bunu bir düşünüyorum... Yapmak istemediği bir şeyi yapmayınca, sorumluluk stresi yüzünden kendini yiyip bitirip, anın tadı bile çıkarılamıyor...
Peki ya kıyamet gerçekse?
Ben inançlı biri değilim. Fakat doğa, elbet pes edecek. Doğanın ciğerlerini söküp, onu yiyip bitireceğiz bizler. Onun sayesinde yaşarken, kendi ölüm fermanımızı her gün yeniden imzalıyoruz. Kendini yenileme gücünü, asla umursamıyoruz...
Peki doğa ölürse? Ardından teker teker bizler de öleceğiz...
Yarın her şeyin sonu gelse, hangimiz bugün yaşadığımız günden, geçirdiğimiz haftadan mutlu mu olacağız? Biz hayatta bunun için mi varız? Çalışmak, üretmek, tüketmek, teknolojinin en yüksek safhasında olan iletişimsizlik, birbirini anlamayı bile ağırdan almamak, her şeyi olanca hızlılığıyla yaşamak istemek...
Sevişmek için sevmeyi bekleyememek. Yemek için pişirmeyi istememek. Öğrenmek için okumaya üşenmek. Tanışmak için bir 'merhaba'yı çok görmek. Çimlere uzanmak için bir türlü vakit bulamamak.
Hayatımızın günlerini umursamadan bir bir geçirirken, gerçekten de bunları mı hak ediyoruz?
Bir insanı yargılayıp, parmaklıklar ardına koymak, sorunun en mükemmel çözümü mü?
Parası olmayan eğitilemez, çoğu zaman hastalığa, bazen ölüme terk edilirken, insanlar içinde hak ettikleri gerçekten bu mu?
Sokağa çıkmadan bir ekran arkasından konuşmak, onunla bununla.. Yapabileceğimizin en iyisi bu mu?
Karşındaki yarın orada olacakmış gibi güvenle, öfkelenip laflar savurmak, ya da sen hala orada olacakmışsın gibi... Ânı yaşamak bu mu?...
'Yaratılan' en akıllı varlık olarak ego şişiren insanın yapabileceği en iyi şey bu mu? Kurabileceği en mükemmel düzen bundan mı ibaret? Baş kaldırmaya bile yorgun muyuz? Kendi kendimizi köleleştirip, hayatımızda bir kaç mutlu gün yaşayınca, sevinmek mi doğal olanı gerçekten?
Kendimizi çaresizliğe kilitleyip, kendi çaresizliğimizle yaşamak, bunun ise hiç canımızı acıtmıyor olması... İnsanoğlunun evriminde, günlerden bugün...
2 Ekim 2012 Salı
aforizmalarla konuşma
"Hiçbir şey umut etmemiş bir insan umutsuzluk nedir bilmez"
George bernard shaw
Bazı durumlar için koşullanmış olmaktan ziyade kayıtsız olduğumu düşünmeyi yeğlerim, belki de kendimi kandırarak. Bu tıpkı yolu bir tür duraksama saymak gibi olabiliyor bazen. İnancın yitirildiği yerde kayıtsızlık açığa çıkarken, bazen inanç sınırlarımı zorlayan, beni bir şekilde kendisine çeken şeylere karşı peşinen kayıtsız kalmaya çalışmam da koşullanmış olduğum şüphesini açığa çıkarıyor. Öngörülerin hayatı zorlaştırdığı durumlar vardır. İnançsızlığın öngörüsü ise dünyayı mat bir hale getiriyor. Yakında herşeyin içinden geçebilecek kadar hayattan silineceğim korkarım ki. Eh lafın gelişi; keşke korksam, bu bile bir şeydir eminim.
“İnanç, öyle olmadığını bildiğine inanmaktır”
Mark Twain.
Bu durumda bilmek işlevsel bir durum kazanıyor. Ama öyle olmayan durum için bilmek. Öyle olan durum için ise bilmek işlevsiz. Hep böyle olmaz mı zaten? Öyle olmadığını bildiğime göz yumamıyorum. Ve inanır mısınız bu gerçekçilik filan da değil, düpedüz sahtekârlık. İnsanın yalnızca kendi gerçeğiyle tartılması, teraziyi her zaman saptırır zira. Ki bunu da kendi hariç her tarafa doğru yönlendirebilir de.
“İnsan olanaksız olana inanabilir, ama olası olmayana hiçbir zaman inanmaz”
Oscar Wilde.
Şüphe inancı zehirler zira. Olmayacağını bile bile inanmak, olma ihtimali olana inanmaktan daha kolay gelmesi enteresan bir durum gerçekten de. Burada, insanın bir sonraki durum için şaşmazlık istenci baskın çıkıyor olabilir. Adım atmak kolay fakat bir sonraki adımın zemine mi yoksa boşluğa mı basacağını kestiremeyen insan için çok zor. Hal böyleyken yürünmez çoğu kez. Böylece yürüme inancı yitirilir.
Olasılık şüphesi yorar insanı, inancın başlı başına kendini yormaktan bir kaçış olduğu düşünülürse hele.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)