31 Ekim 2012 Çarşamba

içimizde doğan yeni sosyalleşme kavramı

yazan: seda taş kaynak: radikalblog

Savaşarak, yanaşarak, uzaklaşarak, çatışarak, kandırarak, kandırılarak, öldürerek ve rekabetin tüm acımasızlığında. Demek ki cesur yeni dünyanın insanı artık sosyalleşiyor kendi algısında. Dünya hali, yeni bir sosyalleşme vurgusunu yeniden ve yeniden üretiyor kendi çıkmazında. Sosyalleşmenin anlamını kaygan bir zeminde bir o yana bir bu yana sallıyor ve sonunda kendini bir balonun içine koyup uçuruyor. Uçuruyor da, öylece unutuyor kendini ufuksuz gökyüzünde. Şartlandırılmış birey artık, bireysel olarak varlığını sorgulamayı bile yadsıyor. Topluluğun içinde yaşamından memnun, şartlanma meraklısı olup çıkıveriyor. Kültürel şartlandırılmanın hayatımızın başucunda duran siyah perisi, sosyalleşme… İki açık koşutu vardır: ya ondansındır ya da bundan. Ya sağdasın ya da solda. Ya iyisin ya da kötü. Ya için fesat ya da iyilik fesleğeni. Ya sevilensin ya da nefret edilen. Orta da kalıyorsan, en çirkin ördek yavrusu olabilirsin sürünün. Olmadık yerde biten otsun, varlığın sebepsizdir. Bir o yana bir bu yana çekildikçe ne uzar ne kısalırsın ama yokluğuna yokluk katarsın. Buda en belirsiz, en sancılı doğumu toplumun. İçinde yoğrulduğun kültür sistematiği öğretiyor sana güçlü olana yaklaşmayı, gücüyle vereceği nefesin peşinde koşmayı, ondan ya da bundan olmayı. Böylece biniyorsun sosyalleşme teknesine. Medyayı, siyaseti, eğitimi ve en değerli anayı babayı kullanıp pekiştiriyor şartlandırmasını ve hissedebiliyorsan insan gibi, uzaklaşıyorsun belli belirsiz anlarda. İdeoloji diye bir şey fır dönüyor etrafında, sen elindekiyle yetinenden ötesi değilsindir hâlbuki. Zayıf kaldığına kanaat getirince kendinle, diğerleriyle, ideolojilerle çatışa çatışa yenik düşüyorsun kendini kandırmaktan. Bir yılan, içine sen doğmadan sokulmuştur. Ömrünü geçirmen için sana hep tatlı tatlı sunulur fareler. Sistematiğin bir parçası yapıldığını anlaman mı, işte o çok zor. Şartlandırman izin vermez buna. Dışardaki içerdekini, içerdeki dışardakini görmez. Duymak bile istemez. Tanışma niyetine girsen bile ötekilerle, yalnız başına kalmaktan korkan, güçsüzler yamağısındır. Ne de olsa, toplumsal olgulara dışarıdan bakmayacak kadar uzaksındır o yoldan. Oysa Shakespeare çığlık çığlığa sokaklarda ağlamaktadır: “Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir, Gece gündüz el pençe divanım buyruğuna; Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir, Sen buyurmuş değilsen çabalarım boşuna” Sosyalleşmeden uzak duramazsın yine de! Shakespeare bile demiş ya, sen buyurmazsan geçirdiğim saatler hiçtir diye. Sosyalleşme buyurur, sen koşarsın peşinden ideolojinin, kapitalizmin, dünya halinin işte. O sosyalleşme, bayanlara kozmetiklerin yarattığı güzel yüzler ve vücutlar sunar, onlara güçlü kılma vaatlerinde bulunur. Topluma iktidarın kapısının önünde bekleyerek bir konum elde etmenin gülünü sunar. Birçok insana belli siyasi partilerin kulları olma karşılığında prenslikler vaat eder. Böylece sosyalleşme yer edinme, yanaşma, katılma, tüketme, öldürme, kanatma, kandırma savaşı ile tanımlanan yeni bir kavrama dönüşür. Koşullanmış cesur dünyamızın insanları mutlu ama özgürlüğün ve sadeliğin tadını bilemeden. Ah Rousseau ah… Bireysel aşkım için dünyayı veririm, özgürlüğüm içinde aşkımı veririm! Bazen okuduğun bir kitabının sayfaları arasından neden farklı düşünmeyeyim diye fırlayıverir zamansız fikirler ama şartlandırıldığın zincirlerden kurtulamazsın… Bu yüzden belki de yüzüne bakmaya korkar arkadaşın seni sevse bile… Başka bir grubun üyesidir ve onlar sana karşı ise sana göz ucu ile bile bakmaktan acizdir en yakının. Çünkü karşı fikirdekiler birbirinin düşmanıdır bu evrende ve düşman tavırları sergilemezse o grubun içinde var olamaz. Diyalektik düşünme mi? Hadi canım sen de! Ufukların buluşmadığı yerde hep kara delikler vardır ve bireyi içine içine çekmeye hazırdır hep. Bu riski alamayan birey, sana hep karşıdan bakmaya devam eder. Bir süre sonunda da şartlanması tamamlanır ve birey olma duygusunu yitirir. Coşkusu o kadar büyüktür ki, ona kapılıp ahlakı, etiği, sanatı ve bunların insan hayatındaki vazgeçilmezliğini hep ütopik dünyalar olarak görür. Fikir çağlayanları ise anlamsızdır onun için. Max ve Weber korkulası düşmanlar, Nazım Hikmet ezilesi duygu, Virgina Woolf bir yerlerden anımsanan edebiyat oyuncusu… Şartlandırması ona çıkarları peşinde koşmasını söyleyiverir her gece rüyasında. O yüzden insanları kandırabilir, satabilir, öldürebilir ve bunun rekabet olduğu düşüncesiyle vicdanını rahatlatarak suçsuz olduğuna ikna eder. Kültürel şartlanma rekabeti aşılanmıştır damarlarına. Bunun adı da sosyalleşme olmuştur. Bana elini uzatırsan ben de sana karşılığında dilimi uzatırım. Sana dil uzatıyorum dünya hali, senin sosyalleşmene de. Böylece bir kafenin ortasında yapmış olduğumuz bu kontratla sosyalleşiyoruz. Biyolojik evrim de sokak köşelerinde desteklesin bunu, antlaşmamıza riayet etsin… İnsan türü yok olsun ya da şekil değiştirsin. Darwin yetişip imzalasın evrakları! Rekabet senin hücrelerinde var diye fısıldasın rüyalarında. Bu duyguya katılan akademisyenler insanlıktan çıkar, para hırsıyla tutuşan şirketler öldürmeyi onur sayar, terörist yetiştiren devletler bunu başarının simgesi olarak görür. Sosyalleşme çıkarlarda birliktir artık! Sosyalleşme yalnızlık bayrağını taşımaktır önde! Arada cızırdayan insanlar içinde din tözünden yola çıkarak bastırılma ve sessizleştirilme yöntemi kullanılır. İşte koşullanmış suskunlar toplumları hizmetindeki cesur yenidünyanın tanımladığı sosyalleşme. Öyle bir dünya ki, sosyalleşmeyi özgürlük, insanlık, vicdan, sevgi, ahlak, hoş görü kelimelerini tükürürcesine kenara iterek tanımlıyor. Onlar artık reklam yıldızı, hikâye kahramanları ve mistik öğeler gibi uzak hayatlarda kaldı. Şimdi paylaşılamayan, yettirilemeyen, acınamayan dünyaların rekabet olarak yaşadığı hissiz bir dünyanın ürünüyüz hepimiz… İşletmelerin girdileri ve çıktılarıyız. Kandırıldığını öğrenen çağın şanslıları ise, öldürerek ve öldürülerek intikamın yoluna girmeyi hedefleyen, dayanışma ve işbirliğinin de elbise diye giyen bir tür toplum. Sosyal hayatın bütün norm ve ayinleri üstün değerlerle(!) süslenmiş bir toplumsallaşma serüveninde hızla yola alıyoruz. Bunu yazan da öyle duyumsuyor ki sosyalleşmeyi sosyal ortamlarda bulunmak olarak algılayan bu yeni toplumsallaşma, onu yeniden tanımlamayı gerektiriyor. E. M. CIORAN, “içimizde doğan her fikirle içimizde bir şeyler çürür…” demişti. Demek ki, içimizde doğan yeni sosyalleşme kavramıyla, sayısız kavramda çürümüş derinliklerimizde…

30 Ekim 2012 Salı

dead can dance'in 16 yıl sonra albüm yapması

dün arkadaşıma dead can dance'in yeni albüm yaptığını söylediğimde haliyle inanmadı. ee yıl 2012 olmuş, aradan 16 yıl geçmiş yani. aradan onca senenin geçmiş olması üzerine elbette eskiler ile birebir aynı çizgide bir albüm yapamazlardı, bu genel olarak hep böyle olur zaten. bu açıdan olumsuz eleştirilere maruz kalmaları da hep olagelen bir durum. gereksiz bir beklenti bence. bu açıdan değerlendirmeyi yersiz bularak albümün gayet güzel bir albüm olduğunu söyleyeceğim. hatta gayet de dead can dance kalitesinde/çizgisinde bir albüm olduğunu iddia edeceğim.
dün bir arkadaşıma göndermek için albümü google drive'a yüklemiştim, şu an hazır yüklü bir şekilde mevcut. aramakla uğraşmak istemeyen varsa mail adresini yazarsa albümü gönderebilirim.
  

 19 eylül'de istanbul'da verdikleri konsere gidememiş olmak öylesine koydu ki. umarım tekrar gelirler.

22 Ekim 2012 Pazartesi

opeth - the drapery falls

opeth'in bazı parçaları bir takıldı mı günlerce hatta bazen haftalarca takılıyor. grubu o kadar çok dinlemiş ve parçalarını hatim etmiş olduğum halde ara sıra böylesi takılıyor oluşum garip. zira genel olarak çok dinlediğim parçalar tükenirler ve onları tekrar dinleyemem. neyse, bu aralar da drapery falls fena halde sardı.

orijinal


efsanevi lamentations dvd'sinden


bu da yeni opeth kadrosu ile

18 Ekim 2012 Perşembe

apocalypse

Kaynak: Deli Saçması


Bazen durup düşünüyorum... Hayatımızın nefes alma anları, ne kadar da kısıtlı.. Elimizi attığımızda karşımıza çıkmayan yeşiller, bizlerden başka canlılara olan tahammülsüzlüğümüz, birbirimize karşı olan bitmek tükenmek bilmeyen öfkemiz, sürekli yeni tohumlar ekerek suladığımız agresyon, nefret.. Sabah erken uyanmak, modern kölelik, trafik, tanışmaya tenezzül etmediğin insanlarla yan yana yolculuk etmek, öfkeden trafikte bir tanesine okkalı bir küfür sallamak... Geç kalsan, izah etme stresi... 

Tüm bunlardan sıyrılıp, yaşamaya haftada kaç dakika fırsat bulabiliyor insanoğlu, bunu bir düşünüyorum... Yapmak istemediği bir şeyi yapmayınca, sorumluluk stresi yüzünden kendini yiyip bitirip, anın tadı bile çıkarılamıyor... 

Peki ya kıyamet gerçekse? 

Ben inançlı biri değilim. Fakat doğa, elbet pes edecek. Doğanın ciğerlerini söküp, onu yiyip bitireceğiz bizler. Onun sayesinde yaşarken, kendi ölüm fermanımızı her gün yeniden imzalıyoruz. Kendini yenileme gücünü, asla umursamıyoruz...

Peki doğa ölürse? Ardından teker teker bizler de öleceğiz... 

Yarın her şeyin sonu gelse, hangimiz bugün yaşadığımız günden, geçirdiğimiz haftadan mutlu mu olacağız? Biz hayatta bunun için mi varız? Çalışmak, üretmek, tüketmek, teknolojinin en yüksek safhasında olan iletişimsizlik, birbirini anlamayı bile ağırdan almamak, her şeyi olanca hızlılığıyla yaşamak istemek... 
Sevişmek için sevmeyi bekleyememek. Yemek için pişirmeyi istememek. Öğrenmek için okumaya üşenmek. Tanışmak için bir 'merhaba'yı çok görmek. Çimlere uzanmak için bir türlü vakit bulamamak. 

Hayatımızın günlerini umursamadan bir bir geçirirken, gerçekten de bunları mı hak ediyoruz? 
Bir insanı yargılayıp, parmaklıklar ardına koymak, sorunun en mükemmel çözümü mü? 
Parası olmayan eğitilemez, çoğu zaman hastalığa, bazen ölüme terk edilirken, insanlar içinde hak ettikleri gerçekten bu mu? 
Sokağa çıkmadan bir ekran arkasından konuşmak, onunla bununla.. Yapabileceğimizin en iyisi bu mu? 
Karşındaki yarın orada olacakmış gibi güvenle, öfkelenip laflar savurmak, ya da sen hala orada olacakmışsın gibi... Ânı yaşamak bu mu?... 

'Yaratılan' en akıllı varlık olarak ego şişiren insanın yapabileceği en iyi şey bu mu? Kurabileceği en mükemmel düzen bundan mı ibaret? Baş kaldırmaya bile yorgun muyuz? Kendi kendimizi köleleştirip, hayatımızda bir kaç mutlu gün yaşayınca, sevinmek mi doğal olanı gerçekten? 

Kendimizi çaresizliğe kilitleyip, kendi çaresizliğimizle yaşamak, bunun ise hiç canımızı acıtmıyor olması... İnsanoğlunun evriminde, günlerden bugün... 

2 Ekim 2012 Salı

aforizmalarla konuşma


"Hiçbir şey umut etmemiş bir insan umutsuzluk nedir bilmez"
George bernard shaw

Bazı durumlar için koşullanmış olmaktan ziyade kayıtsız olduğumu düşünmeyi yeğlerim, belki de kendimi kandırarak. Bu tıpkı yolu bir tür duraksama saymak gibi olabiliyor bazen. İnancın yitirildiği yerde kayıtsızlık açığa çıkarken, bazen inanç sınırlarımı zorlayan, beni bir şekilde kendisine çeken şeylere karşı peşinen kayıtsız kalmaya çalışmam da koşullanmış olduğum şüphesini açığa çıkarıyor. Öngörülerin hayatı zorlaştırdığı durumlar vardır. İnançsızlığın öngörüsü ise dünyayı mat bir hale getiriyor. Yakında herşeyin içinden geçebilecek kadar hayattan silineceğim korkarım ki. Eh lafın gelişi; keşke korksam, bu bile bir şeydir eminim.

“İnanç, öyle olmadığını bildiğine inanmaktır” 
Mark Twain.

Bu durumda bilmek işlevsel bir durum kazanıyor. Ama öyle olmayan durum için bilmek. Öyle olan durum için ise bilmek işlevsiz. Hep böyle olmaz mı zaten? Öyle olmadığını bildiğime göz yumamıyorum. Ve inanır mısınız bu gerçekçilik filan da değil, düpedüz sahtekârlık. İnsanın yalnızca kendi gerçeğiyle tartılması, teraziyi her zaman saptırır zira. Ki bunu da kendi hariç her tarafa doğru yönlendirebilir de.

“İnsan olanaksız olana inanabilir, ama olası olmayana hiçbir zaman inanmaz” 
Oscar Wilde.

Şüphe inancı zehirler zira. Olmayacağını bile bile inanmak, olma ihtimali olana inanmaktan daha kolay gelmesi enteresan bir durum gerçekten de. Burada, insanın bir sonraki durum için şaşmazlık istenci baskın çıkıyor olabilir. Adım atmak kolay fakat bir sonraki adımın zemine mi yoksa boşluğa mı basacağını kestiremeyen insan için çok zor. Hal böyleyken yürünmez çoğu kez. Böylece yürüme inancı yitirilir.
Olasılık şüphesi yorar insanı, inancın başlı başına kendini yormaktan bir kaçış olduğu düşünülürse hele.