22 Temmuz 2013 Pazartesi

the tree of life

Bazı şeyleri anlatmak için kelimeleri bir araya getirip de bir şey ifade etmek yetmez ya hani. Ama diğer yandan da şairler kimi kelimeleri öyle şekillerde yan yana getirirler ki iki satırda birçok şey ifade bulur, zihnimizde birçok şey bir anda açığa çıkıverir.

Bu film de tıpkı böyle şiir gibi bir simgesel anlatıma sahip. Film şunu şunu anlatıyor, yahut şunu şöyle bir olay örgüsüyle anlatmış diyemem. Şunu gösteriyor diyebilirim belki ancak, ama bunu da şöyle gösteriyor diyemem. Müthiş bir görsel anlatım var, birçok imge çok şiirsel bir şekilde gözler önüne seriliyor, zihne işliyor. Aslında hep zihinde var olan bir tür varoluş imgeleriyle dolu ve bunların her birisi müthiş bir kompozisyon biçiminde toparlanmış diyebilirim.

Dünyanın ilk oluşumundan insanlık serüvenine kadar kamera hep ışığa doğrultulmuş, bu özellikle dikkatimi çeken ve film boyunca görsel anlatımı manidar kılan bir detay benim için. İlk yaşam formu da aynı yönden doğup batan bu aynı güneşin altında yaşama başladı, sürdürdü ve bitirdi. Aynı gök kubbe altında tüm canlılar yaşam sistemini geliştirdi ve var oldu. Bir alg, bir balık, bir dinazor… Nihayetinde bir insan, bir aile.

İnsanın dünyaya geldiği anda, gözlerini açar açmaz gördüğü aile dünyası malum. Etrafında gördüğü annesi, babası, kardeşleri her biri bir aile düzeni ve ahengi içerisinde. Bu da bizim yaşam sistemimiz işte. Dahası hayatımız boyunca taşıdığımız bir dünya. İleride tekrar bir benzerini kurduğumuz ve yaşattığımız. İşte bunları yaratan imgeler filmde müthiş bir görsel tetikleme ile zihnimizde uyandırılıyor. Üzerine yazmak da manasız aslında. İzlemek ve ne halin varsa görmek lazım.

hani

Bir kitap var kitaplığımda, hatta birkaç tane var bundan. Arada sırada herhangi birini açıp okurum. Olmayan birisine yazdığım mektuplar vardır çünkü bu kitabın içerisinde ve bundan ötürü her okuduğumda heyecanlanırım. Hatta öyle ki mektuplarıma karşılık bile vardır içerisinde.

Belki hiç olmayacaktı bu birisi, bu açıdan bir karşılık değildi aslında içerisinde yazanlar. En azından şu an için böyle olduğuna inanmak istiyorum. Fakat kesin olan bir şey var ki hissetiklerimi gerçekleyen bir karşılık oluyordu her seferinde.

Gerçekliğimiz hep böyle değil midir zaten? Birisi, bir zaman, bir mekân ya da her neyse bu bir şekilde odak noktamız olur ve bunun içerisinde olmamız etrafımıza karşı bir tür tavır geliştirmemize sebeptir. Sebepten de öte bir sonuçtur ve buradan çıkarılan sonuç bir gerçek oluverir.

“Benim gerçekliğim” dediğim zaman burada, gerçekliği benim olduğu ölçütte benimsediğim için mi yoksa gerçeklik denen şeyi kendime hapsettiğim için mi bunu derim bilemiyorum. Ama kesin olan bir şey var ki insan gerçeğinin sağlamasına ihtiyaç duyuyor. Bunu genelde insanlar üzerinde yapabiliyoruz. Günümüz dünyasından mıdır yoksa benden mi kaynaklıdır bilemiyorum ama bu konuda bunu yapamıyorum, karşılık bulamıyorum çünkü. Ama bunu bu kitap yapıyor bir şekilde, karşılık olabiliyor. Bu benim benimseyiş itikatım mı yoksa kendimde hapsediş biçimim mi bilemiyorum ama böyle bir şey var.

18 Temmuz 2013 Perşembe

falloch - to walk amongst the dead

Ben oldum olası müziği sadece "kulağıma hoş geliyor" düzeyinde dinlemekle kalmayıp, o müziği nasıl yaptıkları kısmına da takılmışımdır. Pasajları, enstrümanların her birinin parça içerisinde yer aldıkları konumları, kullanılan tonları ve enstrümanı çalanın hangi yerde hangi vuruşu yapma tercihini (kısaca stilli), harmoniler arasındaki geçiş ve uyumu yahut müziği üreten beynin bu uydurmada kullandığı metodu, yani kısaca her bir şeyi irdelemeye çalışırım. Bundan da büyük bir zevk alırım. Mesela iki aydır filan bu parçada kaldım. Çözümledikçe derinleşen türden. Ama tabi bir Eprath'ın Real parçası da değil bu açıdan, onun esrarını yıllar oldu çözemedim.

16 Temmuz 2013 Salı

tutmasaydım düşüyordum


Küçükken bir arkadaşım havuzda ayağı kayarak sırt üstü düşüp kafasını yere çarpmıştı. Ben görmemiştim, orada değildim zaten, olay olduktan sonra haberimiz olmuştu. Kafası kanamış ve travma geçirmişti. 48 saat müşahede altında tutuldu. Beyin kanaması geçirme ihtimali, şuurunu kaybetme ihtimali, felç olma ihtimali, dahası hayatını kaybetme ihtimali gibi birçok şeyden bahsedilmişti henüz küçücük bir çocukken bana. Ağır gelmişti tabi tüm bu kavramlar. Arkadaşları olarak bizler bu iki gün boyunca nasıl tedirgin bir bekleyiş süreci geçirmiştik çok iyi hatırlıyorum. Bu olay beni çok etkilemişti.

Dün grup halinde denize gitmiştik. Oradaki vaktimin çoğunu biri lise diğeri ise üniversite öğrencisi olan iki genç arkadaş ile geçiriyorduk. Denize girerken ve denizden çıkarken ortak karar veriyor ve beraber yüzüyorduk. Denize uzanan iskelenin önü betondu ve bir hayli de kaygandı. Arkadaşları sürekli kayıp düşmemeleri konusunda uyarıp duruyordum. Benden sıkılmış bile olabilirlerdi, yanlarında anneleri olsa ancak bu kadar aynı şeyi tekrarlayıp dururdu herhalde. Ama ne yapayım, çocukken arkadaşımın kayıp düşmesi bende iz bırakmıştı ve aynı şeyin onların başına gelmesinden korkuyordum sanırım.

Artık dönüş saatimiz yaklaşmıştı ve denize son girişimdi. Sudan çıkıp, duş alıp, kıyafetlerimi giyip çantamı toparlamayı planlıyordum.  Bunları düşünerek denizden çıkarken, terliklerime doğru yürüdüğüm esnada bir anda ayaklarım yerden kesildi ve sırt üstü yere düştüm. Ve tam da oradaki tasavvur ettiğim korkulu rüyam benim başıma gelmişti. Elimi başımın arkasına götürdüğümde saç ile karışık kan doluydu avucumda.  Aklımdan ilk geçenler tabi ki çocukluğumda üzerimde büyük bir tesir bırakmış olan şu kavramlardı; travma, beyin kanaması, şuur kaybı, felç …

Şu an bu satırları dikişli bir kafayla yazıyor olsam da kafamın içerisinde herhangi bir sorun açığa çıkmadı henüz. Bilincim gayet yerinde, nietzsche’nin diyalektik materyalizme etkisini tartışabilecek düzeyde bilinç sahibi hissediyorum kendimi. Şu 48 saat müşahede dedikleri süre de birkaç saat sonra dolacak. Sanırım kafam sivri bir taşa çarparak açıldı fakat darbe çok da sert değildi ve bu yüzden de kafamda travmatik bir etki bırakmadı. Kafamın yere çok hızlı çarpmaması da reflekslerim sayesinde olmuştu. Bunu nasıl başarıyorum bilmiyorum tabi ama reflekslerimin müthiş çalıştığına bir kez daha tanık oldum.

Kayıp düştüğümde,  yerde yattığım esnada kafamı nasıl çarptığıma takılmıştım mesela. Çünkü o esnada, saniyelerle dahi ölçülemeyecek kadarlık kısa bir sürede kollarımı geriye atabilmiştim. Yerde yatarken kollarımdaki acıyı hissedebiliyordum. Kollarımdaki yaralar, düşüş esnasında kollarımı bir hayli kastığımı gösteriyor. Fakat hesapta olmayan bir şey daha vardı ki zemin ıslak ve kaygandı ve kollarım da tam anlamıyla frenleyemeyip kaymışlardı sanırım. Böylece kafam da yere çarpmak zorunda kalmıştı. Ama kollarım düşüş hızımı kesmişti ve kafamın travmaya yol açacak bir darbe almasını önlemişti.

Orada saniyelerle bile ölçülemeyecek kadar küçük bir zaman ölçeğinde kollarımı geriye atmış olmamın, insan yapısının muazzam bir alamet-i farikası olduğunu düşünmeden edemiyorum. İnsan kendi başına geleni abartmaya meyilli olduğundan mıdır bilmiyorum ama mucize olarak görüyorum yani şu olaydan bu kadarla yırtmış olmamı. Aslında abarttığımı da sanmıyorum zira kaza geçirmek doğamın bir parçası oldu artık, yani ender bir durum değil benim için. Bisikletten defalarca tehlikeli bir şekilde düşüş yaptığım halde bunları hemen hemen hiç önemsemediğimi söyleyebilirim. Bu denli bisiklet kullanan, dağ bayır demeden gezen birisin başına gelmesi olağandır diye düşünmüşümdür hep.

Mucize görmemin başlıca sebebi tüm koşulların aleyhime olmasına rağmen olabilecek en iyi şekilde durumu lehime çevirebilmiş olmam. Zemin son derece kaygandı ve hiç tökezlemeksizin ayağım birden bire yerden kesilerek doğrudan sırt üstü çakıldım. Yani bu açıdan düşebileceğim en hızlı şekilde yere çakıldım. Diğer yandan da kafamın yere çarptığı yerde sivri bir taş denk gelmişti ve kafamı delmişti. Tüm bu koşullar altında kolumu yere paralel tutmayı beceremeyip hızımı kesemediğim düşünülürse, o hızla yere çakılıp da kafam o sivri taşa çarpmış olsaydı büyük ihtimal kafatasım kırılırdı ve kesinlikle travmatik bir etki bırakırdı.

Bu tür olaylar, hele ki üzerine düşündükçe acayip boyut kazanıyor ve çok etkiliyor. O saniyelik olay kafada tekrar tekrar yaşanıyor ve her bir keresi irdeleniyor. Ya da benim kafada bir sorun var ben üzerine çok düşüyorum bilemiyorum. Şansa yaşadığımı düşündüm bir kez daha. Daha ne kadar götürürüm bu işi bilemiyorum ama şu an gayet iyi yürütüyoruz bakalım…

Not: Yukarıdaki fotoğrafta, iskeleden uzanan kırmızı halının bitiminde, sağda görüldüğü üzere gayet kaygan olan beton zeminde söz konusu olay gerçekleşti.

19 Haziran 2013 Çarşamba

aslında

Özgürlükten anladığımızı bazen sorgulamak gerek. İnsan en özgür olduğunu düşündüğü sırada en tutsak duruma düştüğü olabiliyor. Özgürlük bir kere bir irade meselesidir, bir iradeyi ortaya koyabiliyorsanız, şayet egemenseniz özgürsünüzdür. Seçmek bir iradeyi yansıtmayabiliyor. Her şeyin ideal olanının başkalarının iradelerince belirlenip hazır bir şekilde önümüze koyulması ve bunların arasından bir seçim şansı sunulması bir özgürlük değildir. Bunu çeşitlendirmek de bir işe yaramaz, sadece ideal olanını farklılaştırmış olan iradelerin egemenliği altında bir seçimdir bu.

Özgürlüğümüz seçmemiz değildir bazen. Bunu neden anlatamayız, neden anlamazlar bilmiyorum. Bunlar da insan değil mi ki? Artık dünya büyüdü, kocaman oldu; çok kitaplar yazıldı, çok filmler çevrildi neredeyse anlatılacak her şey anlatıldı, üzerine söylenecek söz kalmadı derken… Bitmedi. Her seferinde insanlık serüvenimiz yeni hikâyeler yazdı, yeni sözler söyledi ve hep bizi şaşırttı. Artık böylesi bir çağdayız, şaşılası bir çağ bu.

Böylesi bir zamanda hala hantallaşmış bir yapıyı kabullenişimize ne demeli? Neden bu konuda şaşmazlık arıyoruz sanki. Bu bizim insanlık serüvenimiz değil, bunun bir parçası olmadık ve olamayacağız. Seçmek özgürlük değildir bazen, bir şeyi seçmek onu diğer seçimler arasında ideal olanı olarak görmekten ibaret. Diğer seçimlerimiz de, kendi seçimlerimiz de idealize edilmişse ve biz bu kapanın faresi olmuşsak tüm bu düzenbazlığa küseriz. Bugün olan da biraz böyle. İdealize edilemeyen bağımsız düşünceler de var. Ve bu bağımsızlık içerisinde de birlik var. Bu kadar olmamalı, milyonlarca insanın sadece 3-5 seçim şansı olmamalı, bu kadara indirgenmemeli. Çünkü çok kitap yazıldı, çok film çevrildi ve çok düşündük biz, çok çeşitlendik artık. Hayatı farklılaştırılmış iradelerin tahakkümü altında bir kapana kısılmış olarak yaşamak kader olmamalı. Herkesin bir nebze olsun iradesini yansıtabildiği bir hayat olmalı. Ben gençlerin gözlerinde asıl bunu istediklerini görüyorum. Böyle olsa çok ferahlayacağız ve bu baskıları üzerimizden atacağız.

Bir yerlere geldik belki. Bu ilerleyişte bizi korkutmaya çalıştılar ama olmadı. Çünkü bilmiyorlardı ki bizim asıl korkumuzun tüm bunların başa sarıp da tekrar başladığımız noktaya döneceğimiz korkusu olduğunu. Bu yüzden elde edinceye kadar dinmemeli.