Savaşarak, yanaşarak, uzaklaşarak, çatışarak, kandırarak, kandırılarak, öldürerek ve rekabetin tüm acımasızlığında. Demek ki cesur yeni dünyanın insanı artık sosyalleşiyor kendi algısında. Dünya hali, yeni bir sosyalleşme vurgusunu yeniden ve yeniden üretiyor kendi çıkmazında. Sosyalleşmenin anlamını kaygan bir zeminde bir o yana bir bu yana sallıyor ve sonunda kendini bir balonun içine koyup uçuruyor. Uçuruyor da, öylece unutuyor kendini ufuksuz gökyüzünde. Şartlandırılmış birey artık, bireysel olarak varlığını sorgulamayı bile yadsıyor. Topluluğun içinde yaşamından memnun, şartlanma meraklısı olup çıkıveriyor. Kültürel şartlandırılmanın hayatımızın başucunda duran siyah perisi, sosyalleşme… İki açık koşutu vardır: ya ondansındır ya da bundan. Ya sağdasın ya da solda. Ya iyisin ya da kötü. Ya için fesat ya da iyilik fesleğeni. Ya sevilensin ya da nefret edilen. Orta da kalıyorsan, en çirkin ördek yavrusu olabilirsin sürünün. Olmadık yerde biten otsun, varlığın sebepsizdir. Bir o yana bir bu yana çekildikçe ne uzar ne kısalırsın ama yokluğuna yokluk katarsın. Buda en belirsiz, en sancılı doğumu toplumun. İçinde yoğrulduğun kültür sistematiği öğretiyor sana güçlü olana yaklaşmayı, gücüyle vereceği nefesin peşinde koşmayı, ondan ya da bundan olmayı. Böylece biniyorsun sosyalleşme teknesine. Medyayı, siyaseti, eğitimi ve en değerli anayı babayı kullanıp pekiştiriyor şartlandırmasını ve hissedebiliyorsan insan gibi, uzaklaşıyorsun belli belirsiz anlarda. İdeoloji diye bir şey fır dönüyor etrafında, sen elindekiyle yetinenden ötesi değilsindir hâlbuki. Zayıf kaldığına kanaat getirince kendinle, diğerleriyle, ideolojilerle çatışa çatışa yenik düşüyorsun kendini kandırmaktan. Bir yılan, içine sen doğmadan sokulmuştur. Ömrünü geçirmen için sana hep tatlı tatlı sunulur fareler. Sistematiğin bir parçası yapıldığını anlaman mı, işte o çok zor. Şartlandırman izin vermez buna. Dışardaki içerdekini, içerdeki dışardakini görmez. Duymak bile istemez. Tanışma niyetine girsen bile ötekilerle, yalnız başına kalmaktan korkan, güçsüzler yamağısındır. Ne de olsa, toplumsal olgulara dışarıdan bakmayacak kadar uzaksındır o yoldan. Oysa Shakespeare çığlık çığlığa sokaklarda ağlamaktadır: “Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir, Gece gündüz el pençe divanım buyruğuna; Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir, Sen buyurmuş değilsen çabalarım boşuna” Sosyalleşmeden uzak duramazsın yine de! Shakespeare bile demiş ya, sen buyurmazsan geçirdiğim saatler hiçtir diye. Sosyalleşme buyurur, sen koşarsın peşinden ideolojinin, kapitalizmin, dünya halinin işte. O sosyalleşme, bayanlara kozmetiklerin yarattığı güzel yüzler ve vücutlar sunar, onlara güçlü kılma vaatlerinde bulunur. Topluma iktidarın kapısının önünde bekleyerek bir konum elde etmenin gülünü sunar. Birçok insana belli siyasi partilerin kulları olma karşılığında prenslikler vaat eder. Böylece sosyalleşme yer edinme, yanaşma, katılma, tüketme, öldürme, kanatma, kandırma savaşı ile tanımlanan yeni bir kavrama dönüşür. Koşullanmış cesur dünyamızın insanları mutlu ama özgürlüğün ve sadeliğin tadını bilemeden. Ah Rousseau ah… Bireysel aşkım için dünyayı veririm, özgürlüğüm içinde aşkımı veririm! Bazen okuduğun bir kitabının sayfaları arasından neden farklı düşünmeyeyim diye fırlayıverir zamansız fikirler ama şartlandırıldığın zincirlerden kurtulamazsın… Bu yüzden belki de yüzüne bakmaya korkar arkadaşın seni sevse bile… Başka bir grubun üyesidir ve onlar sana karşı ise sana göz ucu ile bile bakmaktan acizdir en yakının. Çünkü karşı fikirdekiler birbirinin düşmanıdır bu evrende ve düşman tavırları sergilemezse o grubun içinde var olamaz. Diyalektik düşünme mi? Hadi canım sen de! Ufukların buluşmadığı yerde hep kara delikler vardır ve bireyi içine içine çekmeye hazırdır hep. Bu riski alamayan birey, sana hep karşıdan bakmaya devam eder. Bir süre sonunda da şartlanması tamamlanır ve birey olma duygusunu yitirir. Coşkusu o kadar büyüktür ki, ona kapılıp ahlakı, etiği, sanatı ve bunların insan hayatındaki vazgeçilmezliğini hep ütopik dünyalar olarak görür. Fikir çağlayanları ise anlamsızdır onun için. Max ve Weber korkulası düşmanlar, Nazım Hikmet ezilesi duygu, Virgina Woolf bir yerlerden anımsanan edebiyat oyuncusu… Şartlandırması ona çıkarları peşinde koşmasını söyleyiverir her gece rüyasında. O yüzden insanları kandırabilir, satabilir, öldürebilir ve bunun rekabet olduğu düşüncesiyle vicdanını rahatlatarak suçsuz olduğuna ikna eder. Kültürel şartlanma rekabeti aşılanmıştır damarlarına. Bunun adı da sosyalleşme olmuştur. Bana elini uzatırsan ben de sana karşılığında dilimi uzatırım. Sana dil uzatıyorum dünya hali, senin sosyalleşmene de. Böylece bir kafenin ortasında yapmış olduğumuz bu kontratla sosyalleşiyoruz. Biyolojik evrim de sokak köşelerinde desteklesin bunu, antlaşmamıza riayet etsin… İnsan türü yok olsun ya da şekil değiştirsin. Darwin yetişip imzalasın evrakları! Rekabet senin hücrelerinde var diye fısıldasın rüyalarında. Bu duyguya katılan akademisyenler insanlıktan çıkar, para hırsıyla tutuşan şirketler öldürmeyi onur sayar, terörist yetiştiren devletler bunu başarının simgesi olarak görür. Sosyalleşme çıkarlarda birliktir artık! Sosyalleşme yalnızlık bayrağını taşımaktır önde! Arada cızırdayan insanlar içinde din tözünden yola çıkarak bastırılma ve sessizleştirilme yöntemi kullanılır. İşte koşullanmış suskunlar toplumları hizmetindeki cesur yenidünyanın tanımladığı sosyalleşme. Öyle bir dünya ki, sosyalleşmeyi özgürlük, insanlık, vicdan, sevgi, ahlak, hoş görü kelimelerini tükürürcesine kenara iterek tanımlıyor. Onlar artık reklam yıldızı, hikâye kahramanları ve mistik öğeler gibi uzak hayatlarda kaldı. Şimdi paylaşılamayan, yettirilemeyen, acınamayan dünyaların rekabet olarak yaşadığı hissiz bir dünyanın ürünüyüz hepimiz… İşletmelerin girdileri ve çıktılarıyız. Kandırıldığını öğrenen çağın şanslıları ise, öldürerek ve öldürülerek intikamın yoluna girmeyi hedefleyen, dayanışma ve işbirliğinin de elbise diye giyen bir tür toplum. Sosyal hayatın bütün norm ve ayinleri üstün değerlerle(!) süslenmiş bir toplumsallaşma serüveninde hızla yola alıyoruz. Bunu yazan da öyle duyumsuyor ki sosyalleşmeyi sosyal ortamlarda bulunmak olarak algılayan bu yeni toplumsallaşma, onu yeniden tanımlamayı gerektiriyor. E. M. CIORAN, “içimizde doğan her fikirle içimizde bir şeyler çürür…” demişti. Demek ki, içimizde doğan yeni sosyalleşme kavramıyla, sayısız kavramda çürümüş derinliklerimizde…
1 yorum:
kendim yazsam bu kadar benimsemezdim herhalde. aynı düşüncelerin kıyısından geçtiğimizi hissetmemin yanında, böylesi güzel ifade etmiş olmasına da imrendim doğrusu. ne güzel insanlar var.
Yorum Gönder