Kitabı bitirdikten sonra anladım ki sahiden de çok eksikmiş Chris’in hikayesi bende. Krakauer’in de Chris’ten geri kalır yanı olmayan bir adam olması kitaba çok önemli bir katkı sağlıyor bir kere. Zaten bu biyografiyi ele almasının başlıca sebebi Chris’i kendine yakın görmesiymiş. Kendisi de doğa düşkünü bir dağcı ve o da tıpkı Chris gibi alıp başını gitmekten, aşılması güç dağlara tırmanmaktan hoşlanan; zorlu coğrafyalarda kamplar kurmuş ve defalarca ölüm tehlikesi ile baş başa kalmış birisi. Kitap için öylesine titiz bir çalışma yapmış ki, Chris’in yolculuğundaki tüm güzergahı baştan sona dolaşmış, onun tanıştığı herkesle görüşmüş, hakkındaki en ufak bir bilgiyi bile gözden kaçırmamak ve bu yolculuğun hikayesini baştan sona eksiksiz bir şekilde tamamlamak için inanılmaz bir çaba göstermiş. Hatta Chris’in ölümünden tam 1 yıl sonra, tam da o iklim koşullarında oraya gitmiş, Chris’in ölüm sebebi hakkında kafasındaki şüpheleri açıklığa kavuşturmak ve onun ölmeden önce en son gördüklerini, en son hissettiklerini hissetmek istemiş. Ve tüm bunları kitapta çok iyi bir şekilde yansıtmış.
Kitabın girişinde de belirttiği üzere “tarafsız bir biyografi yazarı olduğumu iddia etmiyorum” demesi, sadece Chris’i kendisine yakın bulmasından öte bir anlam ifade ediyor aslında. Malumumuz filmde de kısmen değinildiği üzere Chris’in ailesi ile olan sorunları bu yolculuğun baş müsebbibi olarak karşımıza çıkıyor. Kitapta filmden farklı olarak bu konu üzerinde tafsilatlı bir şekilde durulmuş. Krakauer, Chris’in sadece doğada bir başına verdiği mücadeleyi değil onun karakterini de çok iyi analiz etmiş ve bu biyografide onun iç dünyasını da çok iyi yansıtmış. Misal o da babasıyla sorunları olan bir adam. O da Chris gibi inatçı ve gözü kara bir kişiliğe sahip. Özellikle benim de okuyucu olarak kitapta bu hislere ortak olduğum yerler oldu, zira ben de babasıyla sorunları olan bir adamım ve bu durumun tıpkı Chris ve Krakauer’de olduğu gibi karakterime doğrudan etki etmiş olduğunu düşünüyorum. Belki biraz da bu yüzden kendime yakın bulduğumu söyleyebilirim. Bundan öte Chris’in yüksek ideallerini şekillendiren kitaplarla ilişkisi de aramızdaki ortak bir nokta olabilir. Ben de klasikler dahil olmak üzere okuduğum kitapları edebi kriterlerle yahut okurken aldığım keyif ile değerlendirememişimdir hiç. Yazarın anlattığı bende hangi değişime sebep oldu, ben bunu okuduktan sonra hayata artık nasıl bakmalıyım şeklinde doğrudan kendime işlediğim kadarıyla bir değerlendirme yaptığımı söyleyebilirim. Ha tabi benimkisi sadece değerlendirmede kalıyor, Chris gibi uygulamada herhangi bir şey yapabilmiş değilim ama içimdeki en büyük uktelerden de birisidir bu; "bir gün ben de..."
Chris’in okuduğu kitaplar da, çıktığı yolculuk da kendine yönelik bir değişim hedefindendi şüphesiz. Okuduğu karakterlerdeki yüksek ideallerden bu denli etkilenmesi ve bunların kendi hayatındaki tezahürünü yaşamak için yollara düşmesi, onu hem diğer insanlardan ayıran, hem de herkesin içinde ukte olan bir gerçeği açığa kavuşturuyor; “aslında hepimiz Chris’in peşinden koştuğu şeyin kutsallığını biliyoruz ama diğer yandan hayatın gerçekleri (aslında yalanları mı demeli) bunu erişilmez kılıyor” Bu bir kırılma noktası; hayatımız gerçekleri dediğimiz yalanları, yalan olduğunu bile bile doğrulamaya çalışmak her şeyden önce kendimize karşı bir ikiyüzlülük oluyor, Chris ve onun gibiler ise bu ikiyüzlülüğümüzü açığa çıkarıyorlar diyebiliriz. Kendisinin de ifade ettiği gibi koskocaman bir hayat sadece insan ilişkileriyle değerlendirmek çok güdük kalıyor. İnsanların salt toplumsal kaygılarda ayakta tuttuğu bu yalanlar distopyası bir şekilde insanları körleştiren, sığlaştıran değerler yüklüyor ve bizler biliyoruz ki tüm bunların içerisinde gittikçe değersizleştik. Neyse ki Chris ve onun gibi insanlar değerliler ve bir şeyleri anımsatıyorlar.
Kitapta Krakauer başta olmak üzere Gene Rosellini, Everett Ruess, McCunn gibi daha bir çok Chris gibilerin yaşamış olduğunu, sadece onların böylesi trajik bir şekilde ölmedikleri için haklarında bilgi sahibi olmadığımızı öğrendim. Tabi günümüzde de yüksek ideallere kendini adamış, kendisini tamamen doğaya vermiş arayış içerisinde insanlar var. Hatta ben birazcık da olsa bu yapıda birkaç kişiyle tanıştığımı söyleyebilirim. Hani her yerde bize mutlakmış gibi sunulan fütüristik gelecekte de bu karakterde insanların var olacaklarını, hatta sayılarının daha da artacağına inanıyorum.
7 yorum:
Bizim de bir Alexander Supertramp'ımız var. O yabana doğru gitmiyor ama okuduğu kitaplar ışığında devrimler yapıyor kendinde ve etrafındakilerde. :)
Bizler birbirimizi tanısak çok seveceğiz herhalde.
dün televizyonda rastladım filme. tekrar izledim. ilk izlediğimden daha güzel geldi. anlattıklarına bakılırsa kitabı okuyunca daha bir güzel gelecek ve en sonunda yine olduğum yerde olacağım. çünkü kaçıp gidecek kadar akıllı değilim maalesef. buna üzülüyorum işte.
Cessie,
Supertramp olarak kendini mi tarif ediyorsun anlamadım ama öyleyse güzelmiş yani.
Ben pek kimseyi öyle çokça sevmem, hele ki tanıdıkça. Teşekkürler yorum için.
negatif,
tekrar tekrar izleniyor, film zaten harika ya. hani bir klişe vardır; kitap okuduğunu belli etmek için "film kitabı kadar güzel değil yea" filan muhabbetleri olur, bunda kesinlikle öyle bir durum yok diyebilirim. film fazlasıyla güzel. sadece benim gibi merak sarıp daha fazlasını öğrenmek isteyenler okursa iyidir. sevgiler.
mccandless kadar cesur ol-abil-mek.Bir noktaya kadar her şey tamam,yaşadığın çoğu şeyde ve yerde mccandlessin ruhunu yaşıyorsun-çoğu zaman okulda, otobüste gelirken,kaldırımda insanların arasında yürürken mesela.Bazı insanlar konuşurken, bazı insanlar nefes alırken mesela.Ama gel gör ki mutlaka vazgeçemeyeceğim-iz- şeyler var.Bunlara hayatın gerçekleri mi dersiniz, yalanları mı ben de bilemeyeceğim.Ama varlar yani.Belki Krakauer gibi birkaç kişi daha olabilir,ama bu şartlarda sizin ya da benim olamayacağımız kesin.
Kitabı da en yakın zamanda okuyacağım
Züleyha,
Bir şeylerden vazgeçmek değil ki aslında. Bazı durumlar için doğamıza aykırılığı öylesi kanıksamışızdır ki hani bu öznel bir durum olsa bir yerde kabul görülebilir fakat hayli nesnel ve açık. Hal böyleyken, bile bile durumun bu hal alması asıl bizim için bir tür vazgeçmişlik olsa gerek.
Ne bileyim mesela ben haftasonları dağ başına gidip kamp kurduğum zaman, orada geçirdiğim birkaç günde, iş yerinde beni bekleyen saçma sapan işleri kafamdan silmeyi, saate hiç bakmayıp zaman mefhumumu tamamen yitirmeyi, o an sadece orada olmak ve dünya ile tam olarak özdeşleşmeyi kendim için bir tür lüks sayıyorum. Peki biz medeniyeti niçin kurduk? Niçin ofislerde çalışıp tüketebileceğimizden fazla besine sahip olabildik? Tüm bunlar lüks içindi değil mi? Ama hiç de lüks değil bu, ben bunlardan kaçıp da dağ başında lüks arıyorsam eğer demek ki yanlış bir şeyler var. Bu öylesi bir yanlış ki adeta hayatlarımızdan vazgeçiyoruz. Bahsettiğin vazgeçilmezlerimiz aslında hayatımızdan vazgeçişimiz haline geliyorlar sanki. Sevgiler.
vazgeçilemeyenlerden kastım elbette lüks ve buna bağlı maddi değerler değil.Hem dediğiniz gibi lüks bizim uğruna çalışıp sahip olduklarımız değil, olamaz da.Aptal beton yığınları,kalabalık içinde bize sunulan ya da elde ettiklerimiz, bizi basitleştirip sığlaştırmaktan,bizi değerlerimizden yoksun kılmaktan öteye gidemiyor.Hiçbiri bizi mutlu etmiyor.Vazgeçilemeyenler dememeliydim sanırım, zorunda bırakıldıklarımız olarak düzelteyim.Ya da sorumluluklarımız.
Ve tabi bu da gene dediğiniz yere çıkıyor,kendi hayatımızdan vazgeçiyoruz.
sevgiler
Yorum Gönder