15 Eylül 2011 Perşembe

days of the new - the downtown


Last.fm'e baktım neler dinlemişim ben diye ve gördüm ki listenin başında sabahlarımın vazgeçilmezi olan bu parça var. Şaşırmadım çünkü birkaç yıldır düzenli olarak dinliyorum bu parçayı. Paylaşayım dedim blog da. Dinleyenler yorum yaparsa sevinirim. Garip bir şekilde son yıllarda bu tarzdan uzaklaşmış da olsam bu parça peşimi bırakmıyor.



orijinal kayıt;



bu da konser kaydı gibi bişey (ses kalitesi biraz kötü yalnız);


Sözleri de şöyle oluyor;

"The Downtown"

I know a town where people are running
Away from life - it seems always funny
They think they are smart
Don't doubt what they say
Scared of a change
Existing only

To bring me down

Thoughtless in heart - desperate in honesty
Failed from the start - wasted and suffering
Supply them their drugs - just don't take them away
Scared of a change
Existing only

To bring me down

I don't feel like i should even worry about you
But i take the time and you push me away
I don't care too much no more
I always seem to waste my breath
Go my own way

Bring me down
Yeah, bring me down

13 Eylül 2011 Salı

daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama

Başlık Zafer Ekin Karabay isimli güzel bir adamın intihar mektubunun son satırlarından. Hayatı yaşamış ve her şeyin farkına varmış bir şair o. Nilgün Marmara’nın deyimiyle; ‘Hayatın neresinden dönülse kârdır’. ‘Ey iki adımlık yer küre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben...’ O da kader arkadaşı gibi hayatın tüm arka bahçelerini görmüş bir adamdı.

Dünyanın bütün arka bahçelerini görüp de onu terk etmeyi seçen şairler bir mihenk taşıdır. Onlar insanlığımızın ne kadar aşağılık, ne kadar yalancı olduklarını ve ne kadar pislik biriktiğini her zaman yüzümüze vuracaklar. O bu dünyayı değiştiremeyeceğini biliyordu. Örnek aldığı yol göstericileri de bu dünyayı değiştirememişlerdi ya zaten. Şöyle demişti; "mevzu dünyayı değiştirmek değil, o irade ile yaşamak". İradeliydi. Ama bu iradesi yaşama değil ölümüne yetti ancak. İntihar edeceği günü bile ilan etmişti herkese. Ama o kadar bile katlanamadı. Daha erken bir zamanda terk ettiği bu katlanılmaz dünyayı. Daha kötüsü şiir kitabının çıkmasını bile beklemedi. Kitabı bile olmayan bir şair olarak gitti.

O toplumsal şiirler yazan bir adamdı. Yara bandı satan bir kız için, gündeliğe giden bir kadın için şiirler yazmıştı. Ve hayatın çürümüşlüğünü öyle kendi kabuğunda, çok uzak dünyalardan değil, içimizde, bizimle görmüş, yaşamış ve arka bahçelerini bellemiş biriydi. Onların acıları pahasına mutlu olamamıştı işte bir türlü. Hayatın acıları karşısında insanın hafifliğini kabul etmedi. “Hayat işte ne yaparsın” diyerek geçiştiremedi. Güzel bir eşi vardı, iyi bir üniversitede akademisyendi, güzel dostları vardı yani her şeyiyle “varlıklı” bir adam olarak görülebilirdi dışarıdan. Ama kendisi yoktu, kendini var edememişti.

O daha gencecik yaşında dünyayı bırakırken, son demlerini sürdürdüğü hayatındaki ailesi, dostları bir gün gideceğini biliyorlardı. Öyle bir anlık cinnet değildi onun gidişi. Göz göre göre, göstere göstere gitmişti. Kendiyle barışıp, haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etti.


9 Eylül 2011 Cuma

el secreto de sus ojos ( the secret in their eyes )

Gözler ve bakışlar, aşk ve korku, adalet ve intikam, tutku ve zaaflar. Çok dolu bir film. Gerçekleşen bir cinayet ve bunun adalet arayışı. Adaletin terazisini saptıran bir sistem. Bu adaleti sağlamak için mücadele eden bir grup insan. Tipik bir polisiye gibi geliyor değil mi? Ama polisiye denince akla gelen Hollywood klişeleri yok bu filmde. İnsancıl inceliklerle işlenmiş. Tipik polisiye filmlerindeki şaşırtmacalar yok. Olaylar gayet sade, gayet olağan bir şekilde gelişiyor. Merak ile bağlamıyor seyirciyi. Daha çok süreçler üzerinden bağlıyor. Hollywood filmleri öyle bir hale getirmiş ki bizi; cinayetin çözümü aşamaların her bir basamağında bir sürpriz bekliyoruz. Fakat burada her şey olması gerektiği gibi. Her şeyin temelinde insancıl sebepler var. Tutkular var, zaaflar var ve bunları ele veren gözler var. Kanıtlar öyle klişe olmuş ileri teknoloji teknikleriyle filan değil, gayet insancıl bir yöntemle; gözlerle açığa çıkıyor. Sebep – sonuç ilişkilerinin bağlayıcı unsurları hep insani sebepler. Polisiye bu filmin görünen yüzü, işlenen ise insanı insan yapan değerler.


İnternette yorumlara şöyle bir baktım da herkes stadyum sahnesinin şahaneliğinden bahsediyor. Görsellik açısından tabi şahane. Fakat beni en çok etkileyen sahne yukarıdaki asansör sahnesi. Çok anlamlı.

8 Eylül 2011 Perşembe

manasız yazı

Bir şeyler yazayım dedim. Ama bir yandan o kadar üzgün diğer yandan o kadar asabiyim ki. Ne yazsam felaket bir şey olacak. Hayat gerçekten çok berbat ve yaşamaya değer hiçbir şey yokmuş gibi. Böyle dediğim zaman ne kadar aciz bir konuma düşüyorum değil mi? Uzun zamandır böyleyim ben. Benim kadar aciz birisinin söyleyeceği bir şeyi olmamalı belki. Yazmamalıyım. İnsanların boş yere gözlerini yormamalıyım. İnsanlar eğlenecekleri bir şeyler okumak isterler. Ben de yazıyorum. Boşuna. Bunu yaparken bir zevk alıyor muyum? Bilmiyorum ki. Yaptığım hiçbir şeyden zevk almıyorum ya zaten. Film mi izlemişim, onun hakkında düşüncelerimi mi yazmışım? Hadi oradan. Ben o filmi defalarca durdurup, sıkıla sıkıla izlemişimdir kesin. Ağlaya ağlaya komedi filmi izliyorum ben. Kitap mı okumuşum? Her bir sayfasını ağlaya ağlaya okumuşumdur ben onun. Anlamış mıyımdır? Anlamışımdır bir şeyler. Ne fark eder ki anladıysam da. Oradan çıkartacağım anlam neyi değiştirecek ki hayatımda? İzlediğim filmlerdeki hayatlardan bana ne? Yüzlercesini izlesem ne olacak? Hayatım oradaki hayatlara mı benziyor sanki? Ya da hayatım oradaki hayatlara mı benzeyecek sanki? Sahi ne buluyorum ki ben o hayatlarda? Tutunamayan hikâyelerinden bile sıkıldım artık. Onlarda bile bulamıyorum kendimi, orada bile yok karşılığım. Tüm insanlık serüvenini çizmiş insanoğlu. Ben bu serüvenin neresindeyim? Ben bilmiyorum. Siz biliyor musunuz? Biliyorsanız değerlendirin; 10 üzerinden 2 mi? Sen 3 mü verirsin? Ben kendime bir şey biçemiyorum. Biçimsizim. Kendimi insanların yanında ne konuma koymalıyım? Bilemiyorum ki. Konumsuzum. En yakın arkadaşlarımla bile konuşamıyorum artık. Ne anlatacağım ona? Kendimden mi bahsedeyim? Neyim ki ben? Öylece dinlerim ben sadece. Herkes anlatsın ben dileyeyim. Kitap okuyup, film izleyeyim ki bir şeyler anlatsınlar bana hep. Arada ben kendimden de bahsedeyim mi? Neyinden bahsedeceğim? Neyim ki ben? Havadan sudan konuşalım mı? Nasılsın? İyiyim. Havalar da pek sıcak. Bu kadarım ben işte. Sahi insanlar aralarında ne konuşurlar? Tüm insanlığın serüvenini havadan sudan konuşarak çizmemişsinizdir herhalde? Herkes konuşsun. Ben susayım. Ve ben yazmamalıyım aslında. Neye yarar ki böyle yazmak? Kendim olmadan mı yazayım. Kendim olmadan yaşadığım bir hayatı kendim olmadan yazabilirim ya ancak. Her şey çok manasız. Her şey insanın kendinde bitiyor derler ya. Ben de manasızım.

4 Eylül 2011 Pazar

tokyo!

Güzel bir film izledim bugün. Aslında bir değil üç film izledim. Bir film diye başladım üç film çıktı. Nar hesabına döndü benimkisi :) Enteresan bir durum tabi. Şimdi şöyle oluyor ki; ben bu filmi Michel Gondry’nin izlemediğim filmi kalmasın diye indirmiştim öyle. İndirirken de fark ettim ki Leos Carax ve Joon-Ho Bong isminde iki kişi daha yazıyor yönetmen olarak. (bkz: imdb) Ama Michel Gondry daha önceki filmlerinde de bazı yönetmenlerle çalışmıştı. Misal en meşhurlarından Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminde Charlie Kaufman’la birlikte senaryoyu yazmışlardı. Bu da o tür bir şeydir diye düşünmüştüm. Meğer üç ayrı yönetmen üç ayrı film yapmışlar. İsminin Tokyo olması, filmdeki üç hikâyenin de Tokyo’da geçmesinden mütevellitmiş. Ama öyle Paris I Love You’daki gibi birbiriyle iç içe geçmiyor anlatımı. Birisi bitiyor ötekisi başılıyor. Çok garip, ilk kez böyle bir film izledim.
Fakat üç hikâyenin üçü de birbirinden güzel. İçeriğine pek girmek istemiyorum zira izlemeyenlerin mutlaka izlemelerini tavsiye edeceğim. Çok enteresan imgeler var. Çok komik sahneler var. Birçok şey var yani filmde/filmlerde.