22 Şubat 2015 Pazar

hep birlikte masum değilsek, hep birlikte suçluyuz mu demek oluyor bu?

Dünyanın temel bozukluğu,
kişilerin yaşam uzamlarının karşılıklı sınırlarının
bulunmayışıdır –ya da, sürekli, çiğnenişi…

Dünya bozuktur,
çünkü kişileri
kendi kendilerine
bırakmaz.

Bu durumdan, ama, o ‘ötekiler’ nedenli sorumluysa, kişinin kendisi de bir o kadar sorumludur
–çünkü, bir yandan, kişi kendisi de bol bol çiğner ötekilerin sınırlarını; bir yandan da, o (aynı) ötekiler, kişinin yaşam uzamının sınırlarını çiğnemek amacıyla yapmazlar yaptıklarını.

(“Hep birlikte masumdurlar; ya da, hep birlikte suçlu”…)


İnsanın aklının alamayacağı korkunçlukta gerçekleşen bazı olayların sebeplerini açıklamakta psikolojiden, psikiyatriden faydalanmak bir tür pratik haline geldi. Fakat bu izahlar olayın toplumsal boyutundan çok bireye indirgenmiş bir değerlendirmesi olarak kalıyor zihinlerde. Böyle olunca da insan kendi sorumluluğundan büyük ölçüde azade bir şekilde olayları unutup gidiyor. Haber başlıklarını bilirsiniz “bir anlık cinnet” “alkol ve psikolojik sorunları olan…” “ailesi ile sorunlar yaşayan ve psikolojik rahatsızlığı bunulan….” “maddi sorunlar yaşayan ve psikolojisi bozulan…” gibi gider bu.

Bu sefer her ne kadar gazete manşetleri ve haber metninin içeriği pek değişmese de en azından sosyal medyada müthiş bir toplumsal yüzleşme ve hesaplaşma oldu. Bu süreçte cinsiyetimden utandığım günler yaşadım. Gazetede görülünce “vah vah insanlar nasıl da cinnet geçiriyorlar, ülke de iyice bozuldu ha” diyerek geçiştirilen olaylardan birisi olmadı bu sefer. Herkes elini taşın altına koydu. Kadınlar yaşadıklarını anlattılar, erkekler (tabi çok çok az bir kısmı) yaptıkları hatalar ile yüzleştiler ve hatta bir kısmının yaptıklarını anlatarak günah çıkardıklarına dahi tanık oldum. Peki sonuç olarak bir şeyler değişir mi? Bence değişmez; bu akım zaten çok az bir kesimde cereyan etti. Asıl potansiyel suçluların bunlardan hiç haberi yoktur eminim, zaten haberi olsaydı da herhangi bir yüzleşme yaşaması beklenemezdi herhalde.

Bunu etraflıca düşününce, memleketin her yerinde ve her kesiminde yaşandığını da görünce, ister istemez sebepleri basite indirgenemiyor, bunun ciddi bir toplumsal çürümüşlük olduğu gerçeğiyle yüzleşiliyor. Elbette sadece bu konu ile de sınırlı değil, toplumda genel geçer bir decadence durumu hâkim. Bir kesim ne yaptığını, nasıl yaşadığını bilmez haldeyken bir kesim de huzursuz ve umutsuzluğa sürüklenmiş durumda.

Bunları değerlendirecek değilim herhalde, bu en hafif tabiriyle ukalalık olurdu. Ne halimiz varsa göreceğiz; toplum homojen değildir ama toplumun ahlaki çatısı heterojen de değildir, herkesi aynı potada eritir. Yukarıdaki alıntı da biraz bu yüzden ekledim aslında.

Hep birlikte masum değil de suçluysak eğer, ahlakın -yani toplumun öngördüğü davranış pratiklerinin- birbirimize karşı sınırları belirleyemediği, dahası sınır ihlallerinin meşrulaştığı bir bozulmuşluğa evrildiğini söylebiliriz. Zaten bu çatının amacı bizi kendi halimizde varoluştan alıkoymakken, bir de şu bozulmuş haliyle içerisinde bulununca, daha önceden bir nebze de olsa benimseyemediğimiz halde uyum sağlayabildiğimiz bu kurallar ilginç bir şekilde benimsenen fakat uyum da sağlanamayan bir hale geliyor gibi. Bu kıyamet ortamında bizler artık bireysel varoluşlarımızdan çoktan vazgeçtik, bari en azından diğer tarafı düzeltebilsek diyebiliyoruz ancak.

Tıpkı hassasiyet ve şiddet gibi; herkes kendince yol olarak seçip bu iki tarafa doğru çekildikçe aradaki bağ iyice gerginleşmiş, en ufak bir titreşimin her iki kesimden de herkesi savurduğu bir etki açığa çıkıyor gibi. Hal böyle olunca egemenler için daha ne olsun; ufak bir fiske vurması yetiyor ortalığı birbirine katmak için. Şu satırları yazdığım sırada yeni çıkan yasa ile artık kırılıp dökülen ne varsa tıpkı bir moloz gibi toplayabilme imkânına da kavuşuldu. Daha ne olsun?

30 Ekim 2014 Perşembe

uygarlık

“Uygarlık kişinin kendi gündelik yaşamını, daha geniş bir bütünün parçası; kendinden başka insanları -giderek, bütün insanları; insanlığı-  kapsayan bir çerçevenin içindeki bir olanaklı konum olarak görebilmesidir.

Böylece, uygar kişi hem kendi yaşamına dışarıdan bakabilen, hem de kendi yaşam biçimi dışındaki yaşama olanaklarına içten, içeriden bakmağa çalışan insandır.”

O.Aruoba – Yürüme Sf. 48

Şehirlerin uygarlığı yarattığı kadar, uygarlık da şehirler yaratmıştır herhalde. Uygarlıktan nasibini almış insan bunu beslemesi için daha çok insana, kalabalığa, yani şehre ihtiyaç duyar çünkü. Uygarlık içerisinde kendi konumunu ve kendi konumu içerisindeki uygarlığı sürekli olarak insanlarla –kendisinden başka, farklı insanlarla- sınaması, beslemesi gerekir. Ne kadar fazla olursa o kadar çok sınama imkânı bulur, o kadar çok besler kendi uygarlığını. Eğer bunu yapamazsa –dar bir çevrede kalırsa- kendisini sürekli tekrar eden bir sınamaya dönüşür uygarlığı ki buna artık sınamak denemez herhalde. Böyle olursa, kendini daha geniş bir bütünün parçası, bütün insanları ve insanlığı kapsayan bir bütünün parçası olarak hissetmekten uzaklaşır belki de.

Bu uygarlığın insan için pozitif ve yapıcı tarafı. Mesela iyi bir roman okuduğumuzda, yazarın kafasında çizmiş olduğu kahraman ile nasıl da bunu mükemmel yansıtabildiğine şaşırırız. Aslında kaleme alınan kahraman değildir, kahramanın gözünden tüm insanlığı kapsayan çerçeveyi şöyle bir gezer ve sonunda kendimize yönelerek bu çerçevenin neresinde olduğumuzu sorgularız.

Bunun bir de negatif ve yıkıcı tarafı vardır. Daha geniş bir bütünün parçası olarak hissetmek için, yani bir birey olarak toplumda homojenize olmanın en temel unsuru da sanıyorum ki adaletten yani karşılıklı adil olmaktan geçer. Bir birey olarak topluma karşı adil olmak, adil bir mesafede durmak; toplumun da kendisine karşı adil olduğu ve aynı mesafede durduğuna inanmak bu bütünlüğün en temel taşı olsa gerek.

Uygarlık dediğimiz şey çoğulluktan meydana gelir derken bu sadece kuru bir nicel çoğulluk olmasa gerek. Bu bütünü oluşturan çoğul (toplumsal) bilinç ile her bir tekil bilincin ortak değerleri ve kabulleri vardır. Bir birey olarak sindiremediğimiz şeyler olduğunda bunun toplum tarafından da sindirilmemesi gerektiğine inanırız. Keza toplum tarafından sindirilemeyen şeyler olduğunda bizim de bunu sindirememizin gerekliliği bireysel açıdan bir önkoşuldur.

Kendisini düşünsel anlamda besleyen, daha çok hikâyeye tanıklık eden,  uygarlıktan daha fazla nasibini alan kişinin eriştiği şuur şüphesiz ki daha hassas bir adalet terazi gerektirir. Bu hassasiyet tanık olunan her bir olay karşısındaki tutumumuza yansır ister istemez.

Uygarlığın insan için yapıcı tarafı ne kadar şehirlerde, sokaklarda veya gündemde cereyan ediyor bunu sanırım hiçbir zaman kestiremedim. Bu tür bir yabancılaşma her çağda yaşanmıştır elbet, bu belki de yapısal bir şeydir kim bilir. Fakat tonlarca ağırlıkta adaletsizliğin tüm çıplaklığıyla gözler önünde olduğu bir çerçevenin içerisinde, gramlık değerleri ölçen hassas terazisiyle insan kendisine nasıl olanaklı bir konum sağlayabilir?

20 Ekim 2014 Pazartesi

iki gün, bir gece ve elektriksiz evler

Film aslında üstünkörü bir şekilde kapital düzenin işsizlik ve ikramiye denen biri ceza diğeri ödül mekanizması üzerinde durmuş. Üstünkörü dememim sebebi sadece bu kısmına odaklanmış olması ve aslında bunun üzerinde dahi fazla derinleşmemesi. Bana durumu gayet objektif bir şekilde sunmuş gibi gelse de internetten baktığım yorumlarda “yönetmen öyle bir eleştiri yapmış ki kapitalizm gerçeğini tokat gibi suratımıza vurmuş” gibi şeyler de gördüm. Bu bizim tarafgirliğimizden de oluyor belki de. Kapitalizmin herhangi bir mekanizmasının olağan gerçekliğiyle yansıtılması, bu gerçekliğin tokat gibi suratımıza vurulması anlamına da geliyor ister istemez. İçerisinde yaşadığımız düzeni sindiremeden adapte oluşumuzun bizde yaratmış olduğu bir tür suçluluk psikolojisi midir nedir bu bilemiyorum. Evet hepimiz bu düzeni az çok kavrayabiliyoruz, her birimizin refahının bedelini bir başkası ödüyor bu adaletsizliği de görüyoruz, örtbas edilen ve göz önüne koyulanların ardındaki iradeden de haberdarız fakat tüm bunlara rağmen adapte olabiliyoruz işte bir şekilde. Çünkü adapte olmican da naapcan?

Film yazısı yazmayı pek beceremiyorum çünkü bağlamdan kopuyorum gördüğünüz üzere. Bu yazıyı yazmamın asıl sebebi de film değil herhalde, sadece kendimce denk geldiğim bir tesadüf üzerine bir şeyler yazmak istedim. Dün bu filmi izlemiştim, bugünse ödev yapabilmek için odasına bir lamba isteyen kızın hikâyesine denk geldim. Hikaye şu; okuyan, dahası okumaya bir hayli istekli görünen kızımızın evinde elektik bulunmaması sebebiyle ödevlerini hava kararmadan evvel yapmak zorunda kalması. Tesadüf dediğim şeyse ekşisözlükteki bir yorum; “bana depresyonda olduklarını anlatan, saçma sapan ve sebepsiz mutsuzluk atakları geçiren arkadaşlarıma izletmek istediğim videonun başkahramanı kızdır”

Aslında bu belki bir tesadüf dahi değil ama bana bir şeyler düşündürdü işte bir şekilde. Filmde ikramiyeye gerçekten ihtiyaç duyanlar ya depresyondaki kadın lehine oy kullandı ya da onunla yüz yüze gelmekten kaçtılar. Genellikle bu ikramiyeye aslında çok da ihtiyacı olmayanlar şiddetle reddetti. Bu açıdan filmin sonu çok manidardı. Nihayetinde kadın, yukardaki sözlük yazarının betimlediği şekilde bir profil sergilemiş olduğunun farkına vardı. Bırak hâlihazırdaki işi için mücadele etmeyi, başka bir yerde başka bir iş arama mücadelesi dahi verecek duruma geldi.

Bu sistemin belki de en büyük başarısı; insanları birbirine kırdırmak da dahil her imkanı kullanabilmesi ve sonuçta hep kazanan taraf olması. Belki de bu sistemi beslemek üzere çalıştırılanlar birer köledirler, bu açıdan depresyona girip çalışma hayatına sırt çeviren kişi masumdur. Ama diğer yandan da iş sahibi olamayan, mücadele ettiği halde kendisine fırsat tanınmayan (evinde elektriği olmayan) bireylerin böyle bir lükslerinin dahi olmaması gerçeği düşünülürse de suçludur. Kim bilir. Eh, bilip de naapcan?

27 Eylül 2014 Cumartesi

aklıma mukayyet olma

Bazen aklıma mukayyet olmanın büyük bir zaaf olduğunu düşünmeden edemiyorum. Aklın tahakkümü hissederken, bundan kurtulmuş olduğumu varsaydığımda, sahiden de algı kapılarının olmaması durumunda her şeyin olduğu gibi yani sonsuz görünebileceğini düşünürüm. Bu kestirilemez sonsuzluk hissi bir tür yükselme ile gelir; aklın duvarlarından birisini aşarken, tam da o esnada, diğer duvarların da tepesinden uzaklarda bir ufuk belirir. Diğer belirmeler gibi yaklaştıkça keskinleşmez üstelik bu. Nitelendirilemezse de varlığı şüphe götürmez. Tüm varlık ve gerçekliğe yeniden –yeni bir gözle- bakmayı sağlayan bir tür paradigma belirir, bu artık geri dönüşsüz bir yaklaşımdır.

Aklın duvarlarının kendime görünen yüzünde oluşturduklarımı gerçek olarak adlandırmam ne büyük bir aymazlıktır aslında. Oysa gerçeklik kavranabilir bir şey miydi ki onu göz önüne indirgemekle varlığını hissedebilmek mümkün olsun. Nihayetinde gerçeğin bir parçası olarak indirgenebilen tek şey bizatihi kendi varlığımdan başka ne olabilirdi ki.

Kavranabilen ve aslında kavranamayan, yani gerçekliğe en yakın şey belki de şu anda, şimdide gizlidir. Her şey şu an, şimdi oluyor, belki de olmuyor, kim bilir? Kimse bilemez. İşte bu yüzden bilmemek işlerlik kazanıyor. Burada ve şu anda! Şu hayatta bundan daha emin olabilecek neyimiz olabilir ki başka?

Niye geçmişteyim yahut gelecekte bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki tüm bunlar aklıma mukayyet olmamdan oluyor.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

alternatif hayat

Bloglarda, ekşisözlükte vb. insanların kendini ifade ettiği mecralarda, son zamanlar öylesine çok bunalmış insan portreleriyle karşılaşıyorum ki. Bunların birçoğu, bir tür aydınlanma paralelinde kaleme alınmış gibiler ve hafif öfke de içeriyorlar.  Fakat bunun, yazarın kendine dönük bir öfkesi olduğunu da düşünmeden edemiyorum. Zira neye uyansak, daha önceden buna neden uyanmadığımıza hayıflanırız ister istemez.

Geçen bir yerde bir söze denk gelmiştim; “Anlamak değiştirir, bir şeyi anladığımız andan itibaren artık öncesindeki kişi değilizdir” gibi bişeydi.

Burada bir paradoksa değinmek gerek belki; bir şeylere uyanmak, bir şeyleri anlamak bizi değiştirirken, değişime uğramadan evvelki anlamlarımız, kendimizden koparamadığımız bir hatıra (hatırımızda, hatırı sayılır) mı olurlar?  Öyleyse eğer burada bir değişimden söz edilebilir mi? Böyle değilse, yani bir şeyi anladıktan sonra değişince eski anlamımızın kökünü kazıyorsak eğer, bu durumda bir değişimden söz edilebilir miyiz peki? Söz konusu değişimin aktörü “anlam” olunca bu da mümkün olmuyor. Anlamak öncesiyle ve sonrasıyla, karmaşık bir takım mukayeselerle, etkileşimlerle gerçekleşebilir ancak. Hiçbir şey gökten zembille inerek anlam kazanmaz herhalde. Böyle bir şey varsa da peygamberlere özgü filandır. Burada rasyonel zekâmız bize hemen “eklemek” fikrini uyandırarak orta yolu bulabilir. Yani öncesi olduğu yerde durur, biz üzerine yenilerini ekleriz şeklinde. Ama bu da bir yerde anlamanın doğasına aykırı gibidir. Çünkü anlamak, bir şeylere uyanmak yıkıcıdır. Artık eskisi gibi değilizdir, eskiye karşı tepki geliştirmemiz de kaçınılmazdır. Bu anlamdan da, değişimden de bağımsızdır aslında bir yerde…

Bizler pratikte hep bir şeylerin öğrenerek yaşanabileceğini kanıksamış, yaşayarak öğrenebileceklerimizi ise genelde es geçmiştik. Hal böyleyken daha çok öğrenerek daha çok yaşadığımızı varsaymıştık. Bazen ufak senkronizasyon kaymalarından çokça anlamlar çıkarmış ve stabil hayatlarımızı sekteye uğratmaya başlamıştık. Arayışa geçmiş, arayışımızı (her zamanki gibi) başka insanlar ve başka hayatlarda bulmuş, bu sefer de onlara imrenmiştik. Onların hayatlarını öğrenme isteği duyup onlar gibi yaşamak istemiştik.

Süreçler ve benzerlikleri bir tarafa bırakırsak; şu bunaldığımız hayatlarımızdan kaçışı “alternatif hayat”larda bulmamız pek güzel bir şey. Fakat anlam veremediğim şey bu durum için esas alınan odakta. İnsanın doğasına uygun yaşamasının alternatif olarak addedilmesi pek hoşuma gitmiyor. Bu bir tanımlama sorunu da değil üstelik, düpedüz düşünceden kaynağını alıyor.

Son zamanlarda birkaç arkadaşım, benim birtakım şeylere uyandığımı düşünmüş olacak ki şu alternatif hayat güruhlarından denk geldiklerini paylaşıyorlar. Benimkisi muhtemelen bir önyargı ama bu topluluklara hiç katılasım gelmiyor. Yazdıkları manifesto vari şeyleri okuduğumda düşüncelerinin çoğuna hemfikir olmama rağmen üstelik. Peki bu neden böyle oluyor diye düşündüğümde işte yukarıda saçmaladığım anlamak paradoksuna takılıyorum sanırım.

Bir şeylere uyanmak benim için bir yalnızlık sonucunu doğurmuştur hep. Belki de bunun sebebi anlamak paradoksundaki değişimleri hep kendi içimde tutuşumdandır. Hatta bunun kendi kişisel tutumumdan değil de insanlar böyle olması gerektiğini düşündürdükleri için kabullenmiştim. Bu öyledir ki “hayat”ıma sirayet edemezdi. Çünkü hayat dediğimiz şeyin pek öyle eğilip bükülebilir bir tarafı olmuyordu, öylesine katıydı işte. Bir şeylere uyanmak insanı değiştirebilirdi ama hayatı öyle pek kolay değiştiremezmiş gibi gelmişti. Ya da ben çok pasifim bilemiyorum. Bizler bu zamana kadar da hayatlarımızın bu şekilde seyir göstermesi üzerine çaba göstermiş değildik belki de. Sadece fırsatları değerlendirdik ve her şey bu şekilde gelişti belki. Belki de birçoğumuzun sorunu budur; kendi isteklerimiz doğrultusunda şekillendiremediğimiz hayatlarımızın sorumluluğunu, geçmişte ne istediğimizi bilememizin cehaletine yüklüyoruzdur.


Alternatif hayatın “alternatif” oluşu ne kadar genele göre marjinal bir hayat oluşuyla, ne kadar insanın kendi süregelen hayatına karşı geliştirdiği tavırla ilgili bunun farkına varmak lazım belki de. Fakat ben bu farkındalığın da pek bir şey ifade edeceğini düşünmeyenlerdenim. Çünkü her iki türlüsü de sonuçta bir tepki ve bir şeylere karşı tepki geliştirerek tam manasıyla hayatımıza vakıf olamayabiliriz.

(bkz: çok dallandırıp budaklandırarak bir şeyleri anlatmaya çalışıp sonuç olarak hiçbir şey anlatamamak)