5 Şubat 2012 Pazar

synecdoche new york

Bu filmi ilk 2008’de izlemiştim sanırım. Ucundan kıyısından bir şeyler anlamıştım sadece. Bir bütün olarak değerlendirebilecek bir algı boyutuna sahip değildim tabi o zamanlar. Fakat anlamlandırabildiğim birkaç parçası bile zihnimde acayip bir etki bırakmıştı. Hep bir şekilde oradaki tiyatro oyununun bir parçasıymışım gibi hissettim.

Artık zamanıdır dedim ve bugün tekrar izledim. İzlerken notlar tuttum. Neredeyse filmi komple kâğıda yazdım gibi. Her bir sahnesi, her bir diyalogu, her bir sözcüğü mesaj yüklü olan çok sarsıcı bir film. Tıpkı bir kitap gibi. İnsanın hayatını değiştiren türden...

Charlie Kaufman’ı seviyorum. Düşündüklerini ve yansıttıklarını çok önemsiyorum. Bu filmde senaryo ile de kalmamış ve yönetmenlik de yapmış. Tamamıyla kendi yapımı olmasından kaynaklanan bu özgürlük, filmi biraz daha karmaşık kılmış olabilir belki. Öyle insanlık zihnindeki normatif bir mizansen değil bu. Bu tür şeyler anlatmak derdinde değil Kaufman. Kim ne anlarsa diye ortaya bırakıyor. Ve ben her seferinde bundan büyük bir pay aldığımı düşünüyorum. Onun yaptığı işlerden çok fena etkileniyorum. Bu filmde kendimi kaybettim yine. Günlerce yatağıma yatıp sadece bu filmi düşünmek istedim. Bir çözüm mü veya bir soru mu bunu bilemiyorum. Kim ne anlarsa işte…

Filmin içeriği hakkında bir şeyler yazmak isteseydim sanırım onlarca sayfa yazabilirdim. Çok da yorulurdum bunu yaparken. Filmi izlerken 2,5 sayfa not tuttuğum düşünülürse.

Filmi sonra tekrar izleyeceğim elbette. Belki o zaman daha başka şeyler düşünürsem içeriği hakkında geniş bir yazı yazabilirim. Kendimde o gücü göremiyorum şu an. Bilmem kaçıncı izleyişimde belki kolay gelirse deneyebilirim.

Ayrıca filmden bazı metinler paylaşmak istiyorum. Bunu da sizlerin ilgisini çeksin de izleyin diye yapıyorum. Spoiler içeriyor gibi olsa da bu durumun kötü bir etkisi olacağını sanmam. Aksine filmi yorumlamada katkısı olacaktır. Zaten bu filmin tek bir kez izlenecek bir film olmadığını düşünüyorum.

Cenaze törende rahibin konuşması;
Herşey senin düşündüğünden daha karmaşık. Doğru olanın, sadece 10'da 1'ini görüyorsun. Verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. Her seçim yaptığında hayatını mahvedebilirsin. Ama belki de aradan 20 yıl geçer ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlayamayabilirsin. Ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. Sadece dene ve boşanmanın nedenini bulmaya çalış. Ve kader diye bir şeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. Ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. Zamanının büyük bir kısmı, ölüyken ya da doğmamışken harcanır. Ama yaşamak varken, sen, birinin gelip her şeyi düzeltmesini bekliyorsun. Bir telefon için, bir mektup için ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. Ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. Sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık ya da gerçekleşmesi imkânsız bir umut ile geçiriyorsun. Sana bağlılık hissettiren bir şey. Kendini bir bütün hissetmeni sağlayan şey. Sevildiğini hissetmeni sağlayan bir şey. Gerçek şu ki çok kızgınım. Ve gerçek şu ki lanet olsun çok mutsuzum. Ve gerçek şu ki, çok yalnız kaldım ve çok uzun süre çok acı çektim. Ve yalnız kaldıkça, bütün bu süreç zarfında iyiymişim gibi davrandım. Nedenini bilmiyorum. Belki herkes kendi dertleriyle ilgilenirken benim zavallılığımı duymak istemediği için. Pekala, herkesin a.ına koyayım. Amin…

Ellen’ın Caden’a talimatı;
Bir zamanlar önünde olan heyecanlı ve gizemli gelecek artık arkanda kaldı. Yaşandı, anlaşıldı, hayal kırıklığıydı. Özel olmadığını fark edeceksin. Var oluşunun içinde sıkışıp kalmıştın ve şimdi yavaşça kayıp gidiyorsun. Bu herkesin yaşadığı tecrübe. Her birimizin. Özgül şeyler bir anlam ifade etmez. Herkes herkes gibidir. Sen Adele'sin, Hazel, Claire, Olive'sin. Sen Ellen'sin. O'nun bütün küçük mutsuzlukları senin. Bütün yalnızlığı. Gri, saman gibi saçları. Kırmızı, soyulmuş elleri. Onlar senin. Artık bunu anlamanın zamanı geldi. Yürü. Sana tapan insanlar, tapmayı bıraktıkça öldükçe, yollarına devam ettikçe onları çıkarıp attıkça, kendi güzelliğini çıkarıp attıkça, gençliğin dünya seni unutmaya başlayınca, sen fani olduğunu fark ettikçe, özelliklerini bir bir kaybettikçe, seni artık kimsenin izlemediğini ve eskiden de hiç izleyenin olmadığını öğrendiğinde, sadece sürmeyi düşüneceksin. Ne nereden geldiğini ne de nereye gideceğini… sadece süreceksin, vakit öldüreceksin. Şimdi buradasın. Saat 7:43. Şimdi buradasın. Saat 7:44. Ve şimdi yoksun.

9 yorum:

alter ego dedi ki...

Tabi en çok da nomen'in bu film hakkındaki düşüncesini merak ediyorum. Tahminimce izlemiştir.

negatif dedi ki...

ben bu filmi bilmiyordum. izlemek istedim. bir de daha önce waking life'ı izledikten sonra altyazılarının çıktısını alıp okumuştum. notlar alıp izlediysen bu da öyle bir film olabilir. listeye ekledim bunu da.

alter ego dedi ki...

keskinlikle tavsiye ederim :)

"hayatımda en iyi" şeklinde bir sınıflandırmayı sevmesem de; hayatında izlediğin en iyi film nedir? şeklinde bir soru sorsalar bu filmi söylerdim herhalde.

nomen dedi ki...

Alter ego;

Bu filmi izlediğim konusundaki tahmininiz doğru. İki gündür birşeyler yazmamak için direniyorum. Nedeni şu: sözü fazla uzatma korkusu. Haneke'nin en beğendiğim filmi "Yedinci Kıta" olmasına rağmen sözgelimi, o film konusunda yazmanın beni aşan, beni titreten bir yanı olmuştu. Bu film de öyle. İlk izlediğimden beri filmi iki eş olmayan parçaya bölerek düşündüm hep. İlk yarı; hikayeler konusundaki başarısını diğer malum senaryolarından da bildiğimiz Kaufman'ın başarılı işlerinden deyip geçebilinecek bir izlekti. Oysa ikinci yarı; "başarılı iş" deyiminin çok güdük kaldığı; olağanüstü bir anlatım ve sinema dili bileşkesi. Hani Ellen'ın Caden rolüne talip olma arzusundan itibaren bilhassa; "zamanın karıştığı, kronolojinin ve kan dolaşımının kesildiği" sözleri ile başlayan replikle devamlanan bölüm. Herkesin herkes gibi olduğu; oyunun içinde oyunlar mı, yoksa hayatlar içinde hayatlar mı diye karman-çorman olduğumuz yanılsamalar fenomenolojisi.

Öte yandan; makyaj konusunda gördüğüm en içten başarı. Müziğin özerk bir dil oluşturması...

Güya uzatmayacaktım; bilirsiniz sinema deyince "mufassal kıssa" sendromundan kolay kurtulamam. Yine öyle oldu.

Muazzam bir bir sinema deneyi aynı zamanda bence. Son günlerde durmadan şunu düşünüyorum: "memento mori" yazmak da istiyorum bu izlekte. İşte bu film; "fani oluşu/ölümü hatırla!" önermesine Carravagio'nun resimde yaptığı şekilde acımasızca dürterek yaklaştırdı bizi. Bu filmden kimse kaçamaz; bu filmi izlemeyenler bile kaçamaz. Kaçarlarsa, hayat onları "oynayacak" the artistler bulacak çünkü.

Alter ego; aynı metinsel değeri yüksek bölümlere dikkat etmiş sayılabiliriz. Film yazılarının "spoiler" verme kaygısını mantıksız bulurum. Filme dokunmadan "beğendim/sevmedim" değildir ki bir metinsel ya da sinematografik irdeleme. Sizin böyle kaygı duymadan yazmış olmanız bana kalırsa izleyenler için olduğu kadar, izlemeyenler için de bir düşünce koridoru açacaktır. Asla merak yahut heyecanı söndüreceğini sanmam.

Çok doğru noktalara temas etmişsiniz. Ekleyecek herhangi bir şey yok; sadece filmi ikinci kez izlediğimde mantıksızca saatler boyu ağladığımı anımsadım. Zor bir film. katmanları soğan zarı gibi tek tek açımlıyorlar kendilerini. Siz Ellen'ın son talimat sözünü vicdanlıca sakınmışsınız ama ben hunharca söyleyeceğim: "Şimdi öl!"

Eliniz, gönlünüz, görme biçiminiz dert görmesin; şahane bir analiz olmuş yazınız.

alter ego dedi ki...

"Bu filmden kimse kaçamaz; bu filmi izlemeyenler bile kaçamaz. Kaçarlarsa, hayat onları "oynayacak" the artistler bulacak çünkü."

demişsiniz ya nomen,

Tam da düşündüğüm şey buydu; bu filmden kimse kaçamaz! Oradaki tiyatrodan kimse kaçamaz! İlk izlediğimde yakalandığımı hissettim. Birkaç sene kaçabildim. Ve artık teslim olma zamanı dedim ve tekrar izledim. Şimdi bir süre daha kaçmaya çalışacağım. Kendimi dublörüme emanet edeceğim. Fakat dublörümüz de bir yere kadar. Bir gün bir Ellen’ın rolümüzü devralacağı malum.

Biliyorum ki bu kaçış nafile. Ben ne kadar kaçarsam kaçayım o tiyatro oyununun içindeyim. Ben kendimi mi oynuyorum, beni bir başkası mı oynuyor veya ben mi bir başkasını oynuyorum bilemiyorum. Hayat bizi oynuyor bir şekilde ve biz bir türlü bu oyundaki rolümüzü, konumumuzu kestiremiyoruz. Var etmeye çalışıyoruz kendimizi.

Diğer yandan da oyunu biz yönetiyoruz ya. Kendimizi yönetemezken, kendimizi oynadığımız bir oyunu yönetmeniz ne gariptir değil mi nomen?
Caden gibi ismini bir türlü koyamadığımız bir tiyatro oyunu işte bizim görkemli yaşamımız. Varoluşun bir tokatı. Ellen’dan alacağımız “öl” talimatına kadar sürdürebildiğimiz bir oyundayız. Tüm set ekibinin titiz çalışması ile gidiyoruz bu ölüme. Zamanın neresinde olduğumuzu kestiremiyoruz fakat zamanın nerede kesileceğini gayet iyi biliyoruz.

Caden çoktan ölmüştü. Öldüğü bir oyunu sergilemeye çalıştı. Aslında bizler de çoktan ölmüşüzdür belki ki bilir? Kendimizi yansıtabildiğimiz kadar varız. Caden da en son Hazel da var etti kendini. O da ölünce öldüğünün farkına vardı, bunu kabullendi. Kendi cenazesini yönetti. Daha sonra da rolünü Ellen’a teslim etti. Rolünü teslim ederek, yönetmenliğini de teslim etti. Ve Ellen “öl” diyerek oyununa son verdi.

Hiçbir şey düşünemezken birçok şey düşünüp tuhaf bir histeri nöbeti geçirdim ve filmden sonra ben de bir süre mantıksızca ağladım.

Yorumunuz için çok çok teşekkür ederim. Bir çok değer, sizin değerlendirmeniz ile daha bir güzel, daha bir anlamlı oluyor gözümde.

nomen dedi ki...

Charlie Kaufman bir Yahudi; bunu niçin belirtiyorum? Şunun için: "Eli" İbranice tanrı demek. Hatta İncillerden birinde İsa peygamber'in çarmıha gerilmeden önce "Eli, Eli...Lama sabakhtani?/Tanrım tanrım...niçin terk ettin beni?" dediği yazar.

Kaufman "Ellen" ismini kulanırken; talimatlar verip "öl" zamanlayıcısı gibi davranan bir tanrıya işaret etti belki. Bu tamamen benim kanaatim; iddialı değilim ama, Kaufman'ın dil üzerindeki yetkinliğini az-çok biliyoruz. Doğrusu çok da olmayacak gibi gelmedi bana!

Alter ego; nasıl da susturamıyorum kendimi!

Teşekkürü asıl ben etmeliyim; böyle bir filmle varoluş durumuna dair yakıcı da olsa yüzleşmelere davetlediğiniz için.

alter ego dedi ki...

Sizin gibi kelimelerin etimolojik kökenlerini (hele ki yabancı bir dilin) bilmesem de iddianızda haklısınızdır eminim. Daha nice derinlikler,nice incelikler, nice perspektifler çıkabilir böyle. Kaufman ortaya bırakmış kime ne isterse alsın diye. Çeşitli izlenimler yaratmak bizlere kalmış. Çok katmanlı yapısı ile bu katmanlar arasında geçişler, daha nice izlenime gebe diye düşünüyorum. Her izlediğinde ayrı bir izlenim edineceğimi düşünüyorum. Sizin yorumunuz ile de farklı bir açış kazandım ve bu da bir dahaki izlenimimi şüphesiz değiştirecektir.

Özellikle de varlığı yansıtma üzerine çokça derin düşüncelere sevk ettiğini söyleyebilirim nomen. Hiç birimiz bir başımıza var olamıyoruz. Sonunda Ellen’a teslim edişi ile aslında ölümü de yansıttığı gerçeği. Kendimizi öldüremiyoruz bile. Yansımadıktan sonra; ne yaşadığımız, ne de öldüğümüz kalıyor. Ne acımasız bir misafirliğimiz var şu dünyada. Koca bir zamanın içinde bir anız ve anımız cürümümüz kadar. Bir meşale gibiyiz, yayabildiğimiz kadar ışık yayar ve sonunda söneriz. Ama ya ışığımız yansımazsa. Bir mağara içerisindeysek söz gelimi. Bu bir varoluş mudur bizler için? Varlığımızı yansıtabileceğimiz bir tiyatro seti kurmak ile anlamlı kılabilir miyiz varoluşumuzu?

Kılamıyoruz işte. Biz hiçbir şeyiz ve her şeyiz aslında. Hiçbir şeyin içinde her şeyiz ve her şeyin içinde hiçbir şeyiz. Oyun içinde oyunuz, oyuncu içinde yönetmeniz, yönetmen içinde oyuncuyuz. Neyiz ki biz nomen?

Ellen ile tanrıya işaret etmiş olabilir nomen. Ellen nasıl da Caden’nın rolüne naif bir şekilde talip oluyor ama! Ben seni biliyorum diyor. Tanrı da bizim varoluşumuzu biliyor nomen. Bizi kendimizden başka bir tanrı bilebilir çünkü. Ve tanrı da son derece naif bir şekilde talip oluyor bizim dünya üzerindeki rolümüze.

Ellerinize sağlık nomen. Çok çok teşekkürler.

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.