Bundan birkaç yıl evvel İnto The Wild’ı izledikten sonra
bloga filmden alıntılar eklemiştim. Sonrasında birkaç kez izlemiş olmama ve her seyir ile birlikte Chris hakkında internetten araştırmalar yapmama rağmen eksik kalan bir şey vardı; filmin içeriğini oluşturan, Jon Krakauer’in yazmış olduğu kitabı okumamıştım. Türkçeye çevrilmemiş olduğunu sanıyordum, hatta
Bilge belki bu işe el atar diye ona söylemiştim. Gelgelelim bir gün
Bilge’den sürpriz bir mail aldım, meğer kitabın Türkçesi varmış. Daha önceden hiç duymamış olduğum Siren Yayınları kitabı basmış. İdefix miydi, Kitapyurdu muydu tam hatırlamıyorum ama birisinde kitap vardı ama stokta görünmüyordu. Ara ara baktım ama bir türlü stoka girmediler. Meğer kitabın baskısı bitmiş. Aylar sonra bastılar ve ancak sipariş verebildim. Gelir gelmez de elimdeki kitapları bırakıp başladım okumaya.
Kitabı bitirdikten sonra anladım ki sahiden de çok eksikmiş Chris’in hikayesi bende. Krakauer’in de Chris’ten geri kalır yanı olmayan bir adam olması kitaba çok önemli bir katkı sağlıyor bir kere. Zaten bu biyografiyi ele almasının başlıca sebebi Chris’i kendine yakın görmesiymiş. Kendisi de doğa düşkünü bir dağcı ve o da tıpkı Chris gibi alıp başını gitmekten, aşılması güç dağlara tırmanmaktan hoşlanan; zorlu coğrafyalarda kamplar kurmuş ve defalarca ölüm tehlikesi ile baş başa kalmış birisi. Kitap için öylesine titiz bir çalışma yapmış ki, Chris’in yolculuğundaki tüm güzergahı baştan sona dolaşmış, onun tanıştığı herkesle görüşmüş, hakkındaki en ufak bir bilgiyi bile gözden kaçırmamak ve bu yolculuğun hikayesini baştan sona eksiksiz bir şekilde tamamlamak için inanılmaz bir çaba göstermiş. Hatta Chris’in ölümünden tam 1 yıl sonra, tam da o iklim koşullarında oraya gitmiş, Chris’in ölüm sebebi hakkında kafasındaki şüpheleri açıklığa kavuşturmak ve onun ölmeden önce en son gördüklerini, en son hissettiklerini hissetmek istemiş. Ve tüm bunları kitapta çok iyi bir şekilde yansıtmış.
Kitabın girişinde de belirttiği üzere “tarafsız bir biyografi yazarı olduğumu iddia etmiyorum” demesi, sadece Chris’i kendisine yakın bulmasından öte bir anlam ifade ediyor aslında. Malumumuz filmde de kısmen değinildiği üzere Chris’in ailesi ile olan sorunları bu yolculuğun baş müsebbibi olarak karşımıza çıkıyor. Kitapta filmden farklı olarak bu konu üzerinde tafsilatlı bir şekilde durulmuş. Krakauer, Chris’in sadece doğada bir başına verdiği mücadeleyi değil onun karakterini de çok iyi analiz etmiş ve bu biyografide onun iç dünyasını da çok iyi yansıtmış. Misal o da babasıyla sorunları olan bir adam. O da Chris gibi inatçı ve gözü kara bir kişiliğe sahip. Özellikle benim de okuyucu olarak kitapta bu hislere ortak olduğum yerler oldu, zira ben de babasıyla sorunları olan bir adamım ve bu durumun tıpkı Chris ve Krakauer’de olduğu gibi karakterime doğrudan etki etmiş olduğunu düşünüyorum. Belki biraz da bu yüzden kendime yakın bulduğumu söyleyebilirim. Bundan öte Chris’in yüksek ideallerini şekillendiren kitaplarla ilişkisi de aramızdaki ortak bir nokta olabilir. Ben de klasikler dahil olmak üzere okuduğum kitapları edebi kriterlerle yahut okurken aldığım keyif ile değerlendirememişimdir hiç. Yazarın anlattığı bende hangi değişime sebep oldu, ben bunu okuduktan sonra hayata artık nasıl bakmalıyım şeklinde doğrudan kendime işlediğim kadarıyla bir değerlendirme yaptığımı söyleyebilirim. Ha tabi benimkisi sadece değerlendirmede kalıyor, Chris gibi uygulamada herhangi bir şey yapabilmiş değilim ama içimdeki en büyük uktelerden de birisidir bu; "bir gün ben de..."
Chris’in okuduğu kitaplar da, çıktığı yolculuk da kendine yönelik bir değişim hedefindendi şüphesiz. Okuduğu karakterlerdeki yüksek ideallerden bu denli etkilenmesi ve bunların kendi hayatındaki tezahürünü yaşamak için yollara düşmesi, onu hem diğer insanlardan ayıran, hem de herkesin içinde ukte olan bir gerçeği açığa kavuşturuyor; “aslında hepimiz Chris’in peşinden koştuğu şeyin kutsallığını biliyoruz ama diğer yandan hayatın gerçekleri (aslında yalanları mı demeli) bunu erişilmez kılıyor” Bu bir kırılma noktası; hayatımız gerçekleri dediğimiz yalanları, yalan olduğunu bile bile doğrulamaya çalışmak her şeyden önce kendimize karşı bir ikiyüzlülük oluyor, Chris ve onun gibiler ise bu ikiyüzlülüğümüzü açığa çıkarıyorlar diyebiliriz. Kendisinin de ifade ettiği gibi koskocaman bir hayat sadece insan ilişkileriyle değerlendirmek çok güdük kalıyor. İnsanların salt toplumsal kaygılarda ayakta tuttuğu bu yalanlar distopyası bir şekilde insanları körleştiren, sığlaştıran değerler yüklüyor ve bizler biliyoruz ki tüm bunların içerisinde gittikçe değersizleştik. Neyse ki Chris ve onun gibi insanlar değerliler ve bir şeyleri anımsatıyorlar.
Kitapta Krakauer başta olmak üzere Gene Rosellini, Everett Ruess, McCunn gibi daha bir çok Chris gibilerin yaşamış olduğunu, sadece onların böylesi trajik bir şekilde ölmedikleri için haklarında bilgi sahibi olmadığımızı öğrendim. Tabi günümüzde de yüksek ideallere kendini adamış, kendisini tamamen doğaya vermiş arayış içerisinde insanlar var. Hatta ben birazcık da olsa bu yapıda birkaç kişiyle tanıştığımı söyleyebilirim. Hani her yerde bize mutlakmış gibi sunulan fütüristik gelecekte de bu karakterde insanların var olacaklarını, hatta sayılarının daha da artacağına inanıyorum.