29 Ekim 2013 Salı

cevabını kaybetmiş sorular

Yaşamın anlamı, ancak, kişi, bir an durup, “Ne istiyorum ki?...” diye sorabildiğinde, biçimlenmeğe başlar. Yani ancak eksikliği çekiliyorsa, yokluğu duyulabilmişse, varedilebilir – kurulabilir;  yoksa, yoktur.
Bu bakımdan, insanların büyük çoğunluğu anlamsız  – anlam yoksunu –  yaşamlar yaşarlar, çünkü yaşamlarındaki anlam eksikliğini hiç duymamışlardır.
Ancak bazı insanlar duyar bu eksikliği: onlar için yaşamlarının tek bir bütünlüklü anlamının olmaması, çekilmezdir  – bu yüzden, kurmağa, yaratmağa, varetmeğe girişiler böyle bir anlamı.
Bu da bazen – bazıları – başarabilir; ama herhalde başaramayanlar da çoktur.
Başaramayacakları  –ya da, artık başaramayacakları– açıklık kazananlar için de, son bir -yoğun- anlam yaratma yolu kalır…
Yokluğu da içerilir, anlamında, yaşamının, kişinin.
Oruç Aruoba - Olmayalı - 72.sf - metis


Merakın sonu yoktu ve sorularıma bir sınır çizmeliydim; bazı soruların bu belirlediğim çizgiden öteye geçmesine müsaade etmemeliydim. Bazı sorular sadece soru olarak ortalıkta dolaşıp can yakarlar. Cevaplarını kaybetmiştir çünkü onlar. Bir sorunun cevabını kaybetmesi anlamını da kaybetmesi demektir. Yana döne cevabını arayan anlamsız bir soruyu ise kabul buyurmamalıydım; çünkü bende herhangi bir cevap olmadığı kesindi. Kaldı ki hayat dediğimiz şey anlamlardan oluşurdu anlamsızlıkları dışlamak bütünlüğümüz için bir vazifeydi.

Ama yufka yürekliydim, aciz durumdaydım ve ister istemez acıyordum onlara. Bunu fırsat biliyorlardı, böylece kabul ettiriyorlardı kendilerini, bir şekilde sızıyorlardı anlamlarıma. Bir süre yardımcı olup daha sonra salacaktım onları, kesin kararlıydım. Ama ne mümkündü, bir kere yer etti mi asalak gibi besleniyorlardı. Tüm anlamlarımı darmadağın edip hunharca cevabını arıyorlardı. Bende cevap olmadığını söylesem de ikna edemiyordum. Hatta tüm anlamlarımla benim varoluş amacımın aslında sorusuna cevaptan öte bir şey ifade etmediğine beni inandırmaya çalışıyorlardı. Bitkin düşüyordum.

Sonra bir sabah uyandığımda kafamın içini terk ettiklerini görüyordum. Aradıkları cevabı bende bulamayacaklarına sonunda ikna olmuşlardı demek. Hemen bundan dersler çıkarıp toparlanmayı salık veriyordum kendime. Eski, dağılmış anlamlarımı derleyip toparlamaya girişiyor, aradaki boşluklara yeni anlamlar kazandırıyor  ve gittikçe yenileniyor, zenginleşiyordum. Çok yoğun geçiyordu aslında tüm bunlar, yorgun düşüyordum ve acınası haldeydim. Diğer yandan da bir yerlerde yanlış yaptığımı hissediyordum içten içe, bu kadar biriken anlamlar, cevaplar bir yük oluyor gibiydi sanki. Sonra bir gün yine cevabını kaybetmiş bir soru gelip dayanıyordu sınırlarıma. Ve ben yine…

24 Ekim 2013 Perşembe

this dying soul

Dream Theater, albümlerini yıllardır dinlediğim halde bıkıp usanmadığım gibi bir de her dönem dinledikçe içerisinde bir şeyler keşfettiğim yegane gruptur. Portnoy'un ayrılması üzücü bir gelişme oldu, hele ki benim gibi davul manyağı bir dinleyici için. Portnoysuz son albümlerini ise şöyle bir dinledim ama biraz daha dinlemem gerek sanırım kavramak için. Dream Theater zaten bende hep böyle olmuştur, birkaç defa dinledikten sonra meyvesini dökmeye başlar. Ama Portnoysuz bir Dream Theater pek de iç açıcı değil, illa ki kulaklarım onu arayacaktır. Eşi benzeri olmayan bir adam zira.

Neyse Dream Theater hakkında yazmak zaten harcım olan bir şey değil, sadece bendeki son durumunu şöyle bir özet geçtim. This Dying Soul parçasını paylaşmak maksadım. Yıllardır dinleyip de bendeki heyecanı bir türlü bitmeyen tuhaf bir parça bu. Her açıdan kusursuz bir beste. Melodileri, geçişleri, harmonisinin yanı sıra teknik açıdan da sınırları fena zorlamışlar. Labrie'nin vokal performansı, Myung ve Rudass'ın Petrucci'ye yer yer kafa tuturcana çalışları, Petrucci'nin o hem melodik hem de hayvani hızda soloları, Portnoy'un adeta soluksuz göstermiş olduğu aşmış performansıyla çok hırçın bir parça. Giriş ve çıkış sololarına özellikle değinmek istiyorum. Girişte çok hoş melodik bir solo ile başlayıp (giriş desem de aslında 1.dk. dan sonra başlar) parçanın bitiminde ise çalınması çok çok güç olan son derece yırtıcı ve hızlı bir solo ile son buluyor. Ayrıca bu parça dinlediğim en iyi outrolardan birisine sahip.

Özellikle Budokan konser performansında hırçın hava çok iyi yansımış;


Orijinali;


Bu da Flare Intention isminde bir grubun performansı. Çok çok iyi çalmışlar.


Bu da bahsettiğim parçanın bitiş solosu. Gitarist yukarıdaki gruptan. Adam solonun sırrını çözmüş bir de ders veriyor.
Solo çok acayip. Yavaş çalınca başka bir şey oluyor. Petrucci müthiş hızlı bir solo yazmış ama gel gelelim öyle kof bir hız değil yani içerisinde kaç nota basmış ancak  hızı yarıya düşünce seçilebiliyor.


Dream Theater'ın değeri derinlere inildiğinde ortaya çıkar. Bu açıdan biraz çaba ister, dinlemek isteyene sunar kendini.

20 Ekim 2013 Pazar

christopher mccandless

Bundan birkaç yıl evvel İnto The Wild’ı izledikten sonra bloga filmden alıntılar eklemiştim. Sonrasında birkaç kez izlemiş olmama ve her seyir ile birlikte Chris hakkında internetten araştırmalar yapmama rağmen eksik kalan bir şey vardı; filmin içeriğini oluşturan, Jon Krakauer’in yazmış olduğu kitabı okumamıştım. Türkçeye çevrilmemiş olduğunu sanıyordum, hatta Bilge belki bu işe el atar diye ona söylemiştim. Gelgelelim bir gün Bilge’den sürpriz bir mail aldım, meğer kitabın Türkçesi varmış. Daha önceden hiç duymamış olduğum Siren Yayınları kitabı basmış. İdefix miydi, Kitapyurdu muydu tam hatırlamıyorum ama birisinde kitap vardı ama stokta görünmüyordu. Ara ara baktım ama bir türlü stoka girmediler. Meğer kitabın baskısı bitmiş. Aylar sonra bastılar ve ancak sipariş verebildim. Gelir gelmez de elimdeki kitapları bırakıp başladım okumaya.


Kitabı bitirdikten sonra anladım ki sahiden de çok eksikmiş Chris’in hikayesi bende. Krakauer’in de Chris’ten geri kalır yanı olmayan bir adam olması kitaba çok önemli bir katkı sağlıyor bir kere. Zaten bu biyografiyi ele almasının başlıca sebebi Chris’i kendine yakın görmesiymiş. Kendisi de doğa düşkünü bir dağcı ve o da tıpkı Chris gibi alıp başını gitmekten, aşılması güç dağlara tırmanmaktan hoşlanan; zorlu coğrafyalarda kamplar kurmuş ve defalarca ölüm tehlikesi ile baş başa kalmış birisi. Kitap için öylesine titiz bir çalışma yapmış ki, Chris’in yolculuğundaki tüm güzergahı baştan sona dolaşmış, onun tanıştığı herkesle görüşmüş, hakkındaki en ufak bir bilgiyi bile gözden kaçırmamak ve bu yolculuğun hikayesini baştan sona eksiksiz bir şekilde tamamlamak için inanılmaz bir çaba göstermiş. Hatta Chris’in ölümünden tam 1 yıl sonra, tam da o iklim koşullarında oraya gitmiş, Chris’in ölüm sebebi hakkında kafasındaki şüpheleri açıklığa kavuşturmak ve onun ölmeden önce en son gördüklerini, en son hissettiklerini hissetmek istemiş. Ve tüm bunları kitapta çok iyi bir şekilde yansıtmış.

Kitabın girişinde de belirttiği üzere “tarafsız bir biyografi yazarı olduğumu iddia etmiyorum” demesi, sadece Chris’i kendisine yakın bulmasından öte bir anlam ifade ediyor aslında. Malumumuz filmde de kısmen değinildiği üzere Chris’in ailesi ile olan sorunları bu yolculuğun baş müsebbibi olarak karşımıza çıkıyor. Kitapta filmden farklı olarak bu konu üzerinde tafsilatlı bir şekilde durulmuş. Krakauer, Chris’in sadece doğada bir başına verdiği mücadeleyi değil onun karakterini de çok iyi analiz etmiş ve bu biyografide onun iç dünyasını da çok iyi yansıtmış. Misal o da babasıyla sorunları olan bir adam. O da Chris gibi inatçı ve gözü kara bir kişiliğe sahip. Özellikle benim de okuyucu olarak kitapta bu hislere ortak olduğum yerler oldu, zira ben de babasıyla sorunları olan bir adamım ve bu durumun tıpkı Chris ve Krakauer’de olduğu gibi karakterime doğrudan etki etmiş olduğunu düşünüyorum. Belki biraz da bu yüzden kendime yakın bulduğumu söyleyebilirim. Bundan öte Chris’in yüksek ideallerini şekillendiren kitaplarla ilişkisi de aramızdaki ortak bir nokta olabilir. Ben de klasikler dahil olmak üzere okuduğum kitapları edebi kriterlerle yahut okurken aldığım keyif ile değerlendirememişimdir hiç. Yazarın anlattığı bende hangi değişime sebep oldu, ben bunu okuduktan sonra hayata artık nasıl bakmalıyım şeklinde doğrudan kendime işlediğim kadarıyla bir değerlendirme yaptığımı söyleyebilirim. Ha tabi benimkisi sadece değerlendirmede kalıyor, Chris gibi uygulamada herhangi bir şey yapabilmiş değilim ama içimdeki en büyük uktelerden de birisidir bu; "bir gün ben de..."

Chris’in okuduğu kitaplar da, çıktığı yolculuk da kendine yönelik bir değişim hedefindendi şüphesiz. Okuduğu karakterlerdeki yüksek ideallerden bu denli etkilenmesi ve bunların kendi hayatındaki tezahürünü yaşamak için yollara düşmesi, onu hem diğer insanlardan ayıran, hem de herkesin içinde ukte olan bir gerçeği  açığa kavuşturuyor; “aslında hepimiz Chris’in peşinden koştuğu şeyin kutsallığını biliyoruz ama diğer yandan hayatın gerçekleri (aslında yalanları mı demeli) bunu erişilmez kılıyor” Bu bir kırılma noktası; hayatımız gerçekleri dediğimiz yalanları, yalan olduğunu bile bile doğrulamaya çalışmak her şeyden önce kendimize karşı bir ikiyüzlülük oluyor, Chris ve onun gibiler ise bu ikiyüzlülüğümüzü açığa çıkarıyorlar diyebiliriz. Kendisinin de ifade ettiği gibi koskocaman bir hayat sadece insan ilişkileriyle değerlendirmek çok güdük kalıyor. İnsanların salt toplumsal kaygılarda ayakta tuttuğu bu yalanlar distopyası bir şekilde insanları körleştiren, sığlaştıran değerler yüklüyor ve bizler biliyoruz ki tüm bunların içerisinde gittikçe değersizleştik. Neyse ki Chris ve onun gibi insanlar değerliler ve bir şeyleri anımsatıyorlar.

Kitapta Krakauer başta olmak üzere Gene Rosellini, Everett Ruess, McCunn gibi daha bir çok Chris gibilerin yaşamış olduğunu, sadece onların böylesi trajik bir şekilde ölmedikleri için haklarında bilgi sahibi olmadığımızı öğrendim. Tabi günümüzde de yüksek ideallere kendini adamış, kendisini tamamen doğaya vermiş arayış içerisinde insanlar var. Hatta ben birazcık da olsa bu yapıda birkaç kişiyle tanıştığımı söyleyebilirim. Hani her yerde bize mutlakmış gibi sunulan fütüristik gelecekte de bu karakterde insanların var olacaklarını, hatta sayılarının daha da artacağına inanıyorum.