27 Kasım 2011 Pazar

pain of salvation - where it hurts (uncensored)

18+ gibi bir uyarı yapalabilir bu klip için tabi. sansürsüz dendiğine göre klipte sakınca görülmüş. klip güzel. parça çok güzel. pain of salvation'ın yeni albümündeki tüm parçalar çok güzel zaten. daha sonra becerebilirsem bir albüm kritiği de yapabilirim umarım.

parça kendisinden çok klibiyle ses getirmiş sanıyorum ki. böyle olması üzücü. parça çok güzel çünkü. ekşisözlük'te birisi şöyle demiş hatta; "hiç klibi olmasa daha güzel kalacak şarkıymış bu"


Pain of Salvation - Where it Hurts (UNCENSORED) from Il Recensore on Vimeo.

24 Kasım 2011 Perşembe

ephrat - no one's words

Steven Wilson'ın yaptığı işlere bakarken denk gelmiştim Ephrat grubuna. Hikâye şöyle oluyor; Steven abimize bir gün İsrail’in pop/rock sanatçısı olan Aviv Geffen tarafından konuk sanatçı olması için bir davet geliyor. Aviv sıkı bir Porcupine Tree hayranıdır ve kafasında bir takım projeleri olan birisidir. Steven daveti kabul edip İsrail’e geliyor ve Aviv ile tanışıyor. Çok çabuk bir sürede Blackfield grubu kuruluyor ve grubun ismi ile yayınlanan ilk albüm çıkıyor. Şahane de bir albüm oluyor. Bu çalışmalar esnasında Steven İsrail’den çok etkileniyor ve iyiden iyiye burada yaşamaya karar veriyor. Bu sırada İsrailli birkaç grup Steven’ın prodüksiyon marifetini bildikleri için onu boş bırakmıyorlar ve projelerine el atması için ricada bulunuyorlar.

İşte Ephrat da bu gruplardan birisidir. Steven’ı kadrolarına kattıkları yetmezmiş gibi bir de misafir vokal olarak Pain Of Salvation grubunun vokalisti Daniel Gildenlow ile anlaşıyorlar. Daha sonra No One’s Words albümünü yapmaya girişiyorlar. Daniel bu albümde The Sum Of Damage Done parçasının sözleri yazıp, vokallerini yapıyor. Birkaç parçada da ikinci vokal olarak eşlik ediyor. Bu arada Steven, albümdeki Haze isimli parçaya kadın bir vokalin daha iyi olabileceği önerisinde bulunuyor. O parçanın vokalleri için Paatos grubundan Petronella Nettermalm getiriliyor. Kendisi harikulade bir performans gösteriyor ve Haze parçası böylece harika bir parça olarak albümde yerini alıyor. Ayrıca Steven Wilson çaktırmadan bazı parçalarda back vokal olarak yer aldıysa da, kendisi ön plana çıkmamak için adını yazdırmayarak mütevaziliğini konuşturuyor. Her ne kadar durum böyle olsa da ben kendi adıma yine kendisi sayesinde bu grubu keşfettim.

Albüme gösterdiğim ilk tepki "adamlar cayır cayır çalmışlar" oldu. Daha sonra "ya bunlar baya iyi çalmışlar" şeklinde bu devam etti. Parçaların derinliğine indikçe daha da anlamlı şeyler açığa çıkmaya başladı. Daha sonra derinliğinde kayboldum adeta. Enstrüman hakimiyeti ve soundu anında kulağa çarpıyor zaten. Bunun sound tarafında elbette Steven imzası var. Fakat Enstrüman hakimiyeti ve grubun uyumu, yukarıda saydığım isimlerin katkıları olmaksızın da büyük bir potansiyelin olduğunu açığa çıkartıyor. Besteler yeni kurulmuş bir prograssive grubuna göre çok komplike ve çok iyi işlenmiş. Bunu nasıl başarmışlar bilemiyorum fakat kesin olarak bildiğim bir şey varsa daha sonraki albümlerinin de bir şaheser olacağıdır.


Albümün parçaları arasındaki dağınık hava ilk başlarda bütünlük arayışındaki zihinlerde anlamsız bir izlenim bıraksa da zamanla albümün en şahane niteliklerinden birisi olduğu anlaşılıyor. Ben oldum olası, basmakalıp parçalardan bezeli bir albümden ziyade, farklı konseptlere yelken açmış albümleri yeğlemişimdir. Bu açıdan Ephrat’ın No One’s Words albümü çok şey kazandırdı bana.
Tek tek parçaları övmeyeceğim. Zira bunu benden önce yapmış olan birisinin yazısına denk geldim onu paylaşmakla yetineceğim*. Fakat albümde beni benden alan bir parçaya da değinmeden geçemeyeceğim;

Ephrat - Real

(Hoş gerçi bu parça aylardır blogun üst tarafında duruyordu ki şu an da duruyor)

Bence progressive müzikte çığır aşmış bir parçadır real. Evet bahsettiğim grup pek bilinmiyor olabilir, evet çok kişi tarafından bu parça da bilinmiyor olabilir ve bu parçanın komuoyunca bir değerlendirmesi yapılmamış olabilir bu açıdan. Ben değerlendiriyorum arkadaş. Dinlediğim tüm prograssive parçalarından ayrı bir yere, ayrı bir mertebeye koydum kendisini. O kadar çok dinledim ki eskimesinden korktuğum halde dayanamayıp dinledim her gün. Fakat o eskimeyerek beni her geçen gün şaşırtmayı başardı. Her seferinde içinde başka bir şeyler buldum, başka sesler duydum. Her seferinde masalın içine çekti beni bir şekilde. Her türlü ruh halime bir şekilde uydurabildim.


Tommer Z’nin davul performansının da doruk noktasıdır parça, bunu da ayrıca belirtmek istedim. (parçaların davullarını özellikle ayrı değerlendiririm)


Hakkında çok şey yazılabilecek bir albüm. Dinlenmesi tavsiye olunur.

*bahsettiğim blogda albümü şahane tanıtmışlar çok şaşırdım. Özellikle tanıtımı yapan kişinin de Real parçasını şaheser olarak değerlendirmesi ayrıca mutluluk verdi bana, yalnız olmadığımı hissettirdi. Zira internette okuduğum yorumlar daha çok Better Than Anything ve Daniel'in yaptığı The Sum Of Damage Done parçaları üzerinde odaklanmış.
http://azizlerinyalnizligi.blogspot.com/2009/08/ephrat-no-ones-words.html

Real Parçasının Sözleri;

[lyrics: Lior Seker & Omer Ephrat]


[attempt #1]

[Dad:]
Maybe I'll just say how it began
In the quiet of night, when the clouds ceased to rain
A baby was born in the infirmary
Its very existence when something that wasn't meant to be

Maybe his mother already knew
The doctors have told her that he won't pull through
She hoped they were wrong but felt it was true
[Kids:]
(That sounds like fun!)
[Dad:]
Maybe I'll try a different one

(It's not)
Going anywhere
(It's not)
Going anywhere
Let me start again
)let's start)
Let me start again
Let me...

Don't be afraid
Don't get angry
The story is there but it's still unclear
Where would it go?
Don't let it get you down
It's all in my mind you'll see
Don't be afraid
Don't get angry
The story is there in my head, I'll try this instead! Let's see....

[attempt #2]

Long ago but not far away from here
A sick old lay down on his death bed
Mumbling words that seem to make no sense
"I promised them that I'll try to open the door! Bring them back and change their faith!"

Weeks has passed and death knocked upon his door
"I'm not here" he said, trying to sound credible
[Death:]
"I was sent to take you many years ago"
[Old Man:]
"You didn't take me then and you can't take me now"
[Death:]
"That mistake I'll rectify"

Freeze time no one can stop destiny
Hold your breath lad I'll make sure you'll go through what was meant to be
Freeze time no one can stop destiny
Grab a sit now you're about to witness something that you have never seen in all (of) your life

[Dad:]
Maybe I'll pick up where we've left
A little boy became a man
Cheating faith and destiny
It's not the way it was meant to be

[attempt #3]

Stand up, the child that cheated destiny
You were not suppose to be in here (yeah)
But it's not, not your fault

Real
The path you tread is not paved yet
Think how limitless it just could be
And don't be scared of it all

Stand up, the child that cheated destiny
You can stop so many things from happening
Can create and destroy

Real
The path your tread is not paved yet
He doesn't know of your existence
Does not see what you do

Help us all open the door
You're the one we've been waiting for
Help us all escape from these walls
Help us see the light of day

All of the souls that are lost
All the souls he had forgotten
Wait for you to open the doors

[Dad:]
Maybe I'll just stop it here
Let you both sleep while I wonder
What ever happened to him?
And to all the promises he made to them
Did he send them all free?

15 Kasım 2011 Salı

yalan ne kadar büyükse, inananı da o kadar çok olur

"Yalan ne kadar büyükse, inananı da o kadar çok olur."

Hitler'in bu sözü benim için bir pencere olmuştur hep. Bunu hitler gibi aşağılık, yalancı bir adamın söylemiş olması ise çok manidardır.

Elime bir gazete alınca, televizyonda bir haber görünce hep bu çerçeve ile bakmışımdır. Şimdi ne gazeteye, ne de televizyona bakıyorum.

10 Kasım 2011 Perşembe

ders çalışmak

















Bugün yeniden ders çalışmaya başlıyorum. Dün internetten 70 liralık kitap siparişi verdim. Benim ayarımda bir bütçeye sahip olan birisi için fazla bir para. Evdeki daha önceden çözmüş oldum onlarca kitap da cabası. Onları da adeta boğazımdan keserek almıştım zamanında. Varsa yoksa yayınevlerini zengin ediyoruz. E yapacak bir şey yok diyorum kendi kendime herkes gibi. Daha önceki sınava aylarımı vermiştim ve düşündüğüm tek şey “birkaç aylık sıkıntı çekip, sonra refaha ereceğim” idi. Peki sonuç; dönüp dolaşıp aynı yere geldim. Şimdi de stratejim aynı; “şurada birkaç aylık sıkıntı çekip sonrasında refaha ereceğim” Belki de bu son olur. Belki de daha yeni başlıyorumdur. Ah şu kader! Nasibimde varsa olur!

Hayat sıkıcı eyvallah, bunu kanıksadım artık ama diğer yandan da hayat müthiş bir saçmalık ve bunu nasıl bu hale getirebilmişiz şaşıyorum. Hayat diyorum çünkü artık birçoğumuzun hayatı bundan ibaret. Ders çalışacağım için internette insanlar bu konuda neler yapıyorlarmış, hangi kitaplarla çalışıyorlarmış diye araştırıyordum. Öyle şeyler gördüm ki işin ne kadar korkunç bir boyuta ulaştığına tekrar tanık oldum, boğazım düğümlendi ve ağlamamak için zor tuttum kendimi. Adam ders çalışma olayını bitirmiş artık işin bilimsel boyutlarına girmiş. İş öyle bir noktaya geldi ki artık, sınav sorusunu hazırlayanlardan daha yetkin olmaya, onların hazırlayıp hazırlayabileceği tüm soru ihtimallerine hazırlıklı olmaya çalışılıyor. Ezberlemek için insanlar kendilerini eğitiyorlar. Ezberlemek ki insanın en büyük aptallığıdır. Aptallaştırmaya çalışıyoruz kendimizi. Çünkü aptallığın erdem olduğu bir çağda yaşıyoruz. Ama yapacak bir şey yok. Tony Buzan’ın hafıza geliştirici metotlarıyla çalışmalardan tutun da, günün hangi saatlerinde çalışılmalıdan tutun da, yenecek yiyeceklere kadar. İnsanların artık yiyecekleri yiyeceğe kadar bu saçmalığa itaat ederek yıllarca yaşayabiliyorlar ve daha da yaşayacaklar. Bunun sonu da yok maalesef. Albert Camus’nun dediği gibi; duvarların arkasında yaşayan zavallı köpekleriz. Adeta tasmayla bağlandığımız odamızdan dışarı çıkamıyoruz, yiyeceğimiz yemeği bile sahiplerimiz belirliyor.

Birisi bir soru soruyor; şöyle mi çalışsam, şu yayın nasıldır?...

Diğeri ona cevap veriyor; ohoo sen daha yenisin herhalde, sen ancak 2016 sınavında çözersin bu işleri :) Ben 8. kez hazırlanıyorum naabeerr :) Senin daha çook yolun var!

Nasıl bir boka batmışız böyle yazık bize. İnsanlar battıkları bu boktan kafalarını bir kaldırabilseler ne durumda olduklarını görebilecekler de. Biz ne yapıyoruz böyle yahu diyebilecekler ama... ama…

Ama kimsenin bir şey dediği yok. O zaman ne diyorum yine; yapacak bir şey yok!


Evet şimdi ders çalışmaya gidiyorum. Saat 10’da başlamalıyım çünkü program yaptım kendime. Hangi saatte yemek yiyeceğim, hangi saatte uyuyacağım her şeyi yazdım. Çünkü ben de bir insanım; duvarın ardındaki zavallı köpeğim. Yazımı şöyle bitirmek istiyorum; Hav Hav!

6 Kasım 2011 Pazar

finally free - dream theater

Bir önceki blogda negatif insanı Dream Theater'dan bir parça paylaşmıştı. Bu paylaşım vesilesiyle bir anda eskilere dönüş yaptım ve Dream Theater'ın en sevdiğim albümü olan Metropolice'i dinlemeye başladım. Burada da albümden seçtiğim Finally Free parçasının konser performansını paylaşayım dedim. Bu konseri defalarca izlemiştim ve Mike Portnoy'un performansına hayran kalmıştım. Hala inanılmaz geliyor. Özellikle bu parçanın son bölümündeki performansı ile tarihe geçti yani. Boşuna dünyanın en iyi davulcusu demiyorlar adama.



sadece son bölümü;

4 Kasım 2011 Cuma

hesher

Dün Hesher isminde bir film izledim. Burada paylaşmaya değecek, derin anlamlar barındıran, hakkında fazla yazılacak bir şeyi olan bir film değil. Yani diyeceğim o ki filmi tanıtmak değil niyetim ve bilhassa sanatsal takılan arkadaşlara izlemesini kesinlikle tavsiye edemem.

“Metalci” olduğumdan mütevellit filmin afişindeki Hesher yazı karakterine ve fragmanına kandım. Fragman doğrudan Metallica’nin Battteri parçası ile başlıyor. Master Of Puppets gibi gaz bir albümün açılış parçası yani boru değil. Ortalık yanıyor, uzun saçlı çılgın bir metalci kardeşimiz havuza atlıyor. Bir evin içinde donla gezip sigara tellendiriyor, bildiğin pis metalci tavırlarıyla sağa sola sarıyor. Tamam işte, bu metalci ortalığı dağıtıyordur, ben de eğlencelik bir film izleyeyim de kafam dağılsın dedim. Yani öyle bir fragman yapmışlar ki sanki filmde aksiyon üstüne aksiyon varmış gibi ama gel gör ki bütün aksiyon sahneleri fragmandakilerden ibaret çıktı. Film bildiğin drammış yahu. Fakat öyle derin bir dram da değil hani; zaten böyle ortalıkta gezinen bir metalcinin olduğu film ne kadar dram olabilir ki? (:

Meşhur Fragman;



Yine de metalci karakterin olduğu böylesi bir filmi izlediğim için pişman değilim. Ne acayip insanlarız aslında biz metalciler. Kendi adıma, hayatım boyunca ne bir ideoloji, ne bir din, ne ırkçılık felan filan hiçbir şeyi benimseyemedim, hiçbir şey tutmadı üzerimde. Fakat kendimi “Metalci” olarak nitelendirmekle kıvanç bile duyduğumu söyleyebilirim. Ben pis bir metalciyim ve Hesher filmini de içerisinde metalci karakteri olduğu için izledim. Bundan dolayı mutluyum. Yine olsa yine izlerim; çünkü orada benden birisi, bir metalci var. Film hiçbir şey anlatmıyor bile olsa, sırf eskiden popoma kadar uzun olan saçlarımı anımsamak için yine izlerim. Saçlarıma özlem duyarım ama izlerim.

Film dram çıktı ve öyle içinde Metallica parçaları filan da yokmuş hani. Sadece 1-2 sahnede, çok az bir kesimde var. Bir karede Motörhead çaldı onu da kaçırmadım. Ama müzik ile uzaktan yakından alakası olmayan bir film. Ekşisözlük’te birisi Hesher karakterinin yaratılırken Metallica’nın hayatını kaybetmiş olan efsane basçısı Cliff Burton’dan esinlenildiğini yazmış ama nereden böyle bir bilgiyi edinmiş onu söylememiş. Filmin bir karesinde Hesher evin garajında Orion’u çaldı. Orion Cliff’in yazdığı bir bass solo. Bu yüzden belki alakası vardır gerçekten ama Hesher karakteri çok kof bir karakter olmuş. Madem Cliff’i anlatacaksınız biraz daha kapsamlı, daha derin bir karakter yazsaydınız da biz de Cliff hakkında izlenim edinseydik.

Yazı uzadı mı ne. Son olarak ekşisözlük’te film hakkında yazılanları okurken denk geldiğim bir entry’yi paylaşmak istiyorum. Bu entry’ye çok güldüm ve bu arkadaşa mesaj olarak da ilettim. Şöyle demiş film hakkında;


"kimilerince de beğenilmemiş işte. her zaman takındığım o saygılı tavrı bir kenara bırakmak istiyorum zira nick'imi ya da ismimi çevremden saklamadığım için yazarken taşımak zorunda kaldığım özen beni yordu. arkadaşım! filmi beğenmemiş olabilirsin. yarısında çıkmış, yarasa sikmiş, yarasında tuz olmuş olabilirsin ama lütfen kendine sövdürmek için milyarlarca yoldan seçe seçe bunu seçme! git! ne olursan ol siktir git! "adamlar oturup da sana hayatın anlamını mı verecek?" desem hoşuna mı gider? bu kadar seviyesizce eleştirsem seni canın sıkılmaz mı? için daralmaz mı? gocunmaz mısın? gocuk giyer misin? gökhan diye bir angut vardı eskiden; kibar konuşmak için kendini kasar fakat bunu ispatlamam için bana hiç delil vermezdi. bir gün ne dedi biliyor musun? "kölge!" evet. 'kölge' dedi. gölge'ye kölge dedi. hiçbir şey gelmedi o an aklıma. sadece şu geldi: acaba gocuk'a da kocuk mu der bu mal? mal olma! başka film eleştir. 'filmi beğendin mi?' dersen; beğendim ya da beğenmedim. önemli olan bu değil. hala anlamadın mı?"

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=25277439

Sonra ben de mesaj attım bu entry ile ilgili kendisine;

(#25277439) ne demek istediğini anlamadığım halde yarım saattir gülüyorum :)

O da bana cevap olarak şöyle dedi;

:)) ben de yazmadan önce yarım saat gülmüştüm. ya filmi anlamamış mallar. salak salak konuşuyorlar. buna bir tepki niteliğinde entry. :))


Mesajdan çıkan sonuç; biz metalciler böyleyiz işte. Sevdim bu arkadaşı (:

2 Kasım 2011 Çarşamba

melali anlamayan nesle aşina değiliz!

Not: Bu yazı nomen'in yazdığı "MELAL'İN MEALİ" yazısına yorum yazarken gelişti.

Nasılsın sorularına verdiğim cevap çoğu kez; “aynı işte” şeklindedir. Çünkü benim en çok hissettiğim durumdur “hiçbir şeyin değişmiyor oluşu.” Olması gereken diğer iki cevap, yani “iyiyim” veya “kötüyüm” diyemem çoğu kez. Çünkü iyi veya kötü olmam için birçok sebep gerek. Fazlasıyla görecelidir bu durum. Ben bunların arasında bir taraf olmaksızın kaçamak bir cevap seçtim kendime. İnsanlar olağan durumlarında “iyiyim” tarafındadır çoğu kez. Kendisi için olağandışı bir durumda ise “kötüyüm”ü kullanırlar. Bu ve bunun gibi soruların cevapları otomatiğe bağlanmıştır zira.

Bu tür sorular da cevapları da alışılagelmiş şekilde sorulur ve cevaplanırken, aslında anlam derinliklerine bakıldığında böylesi bir üstünkörülüğe tezat oluşturur. Nasılsın? ne büyük bir soru aslında. Elinize bir kalem alın ve ona sorun bakalım bu soruyu. Onun bile nasıl olduğu hakkında denebilecek o kadar çok şey vardır ki.

Birbirimizin gerçekten Nasıl olduğuyla hiç ilgili değilizdir. Sadece sormak için sorulan bir soru ve cevap vermiş olmak için verilen bir cevaptan ibaret bu. Fakat bu sorunun, bizim gündelik laf kalabalığımızdan öte anlam bulabilecek muhatapları olduğunu da biliriz. Halini hatırını sormamız gereken, dünyanın öbür ucunda yaşam mücadelesi veren insanlardan bahsediyorum. Onların oradaki hayatlarından haberdar olduğumuz müddetçe biz alsa tam olarak “iyi” veya “kötü” olamayız. Olanlarımız da yalancıdırlar ve bunu bildiği halde görmezden geliyordurlar. Ve onlardır işte bu Nasılsın? sorusunu bu kadar anlamsız kılan.

Dünyanın bir tarafında zayıflamak için uğraşan insanlar, diğer bir tarafında karnını doyurmak için uğraşan insanlar yaşarken, biz gerçekte asla bir “insan” değilizdir. İnsan dediğimiz şeyi “bilinç” var ediyorsa eğer, bu adaletsizliğin “bilincinde” olup da nasıl görmezden gelebiliriz? Televizyon karşısında, sabah bir diyetisyenin söylediklerini not alırken, akşam haberlerinde ise Somali’de açlıkla mücadele edenleri izleyebilirken, kim bu durumu değerlendiriyor? Televizyonmuş, gazeteymiş, internetmiş her ne ise, bunlar da tıpkı birbirimize sorduğumuz “Nasılsın?” sorusu gibi bir üstünkörülükle lanse ederler bu tür haberleri. Zayıflamaya çalışan şişmanlara diyet reçetesi sunarken, açlıktan ölen insanların haberi de onlara sadece anlık bir “vicdan” kıpırdanması olsun diye sunmakla yetinirler. Çünkü şişman insanlar bu tür haberleri de istedikleri için bunlar yayınlanır. Kendi “iyi” durumunun farkında olup, buna mutlu olsun diye. Haberler de bir tür tüketim objesi gibidir yani. Tüm bu haber kaynaklarının da bir süper marketten farkı yoktur. Orada nasıl ki bir reçel ile bir acı sos yan yana duruyorsa burada da öyledir. Bu haberlerin nasıl yan yana gelebildiklerini kimse sorgulamaz. Bu sorunun cevabı çok ağırdır. Bu vebal gerektiren, insana melal veren bir cevaptır. Bu her şeyden önce bir gerçektir. Ve insanlar gerçekleri hiç sevmezler.

nomen’in de bahsettiği gibi rakamlarla, o iğrenç istatistik değerlerle konuşmak gerekirse; dünya nufusunun %20’si, dünya kaynaklarının %80’ini tüketiyor. Tersinden söylersek; dünya nufusunun %80’i, dünya kaynaklarının %20’sine talim ederek yaşıyor. Bunlardan hangisi daha çarpıcı geliyorsa ondan alın. Tüketiminize amade bir blog yazarıyım ben de neticede.

Yazıyı fazla uzatınca insanlar okumaz bunu da bildiğim için daha çok söylenecek şey olduğu halde tüketim, dahası vakit = nakit olduğu için vaktinizi almamak daha makul geliyor. Söylemekle zaten hiçbir şey değişmiyor. Sadece eğer kendimize “insan” diyorsak melalimizi bilmemiz gerektiğine inanıyorum. Melalimiz diyorum çünkü bu bireysel değil hepimizin gerçeği. Melalimize dürbünle bakmayalım. Melali anlamayan nesle aşina değiliz!