bugün izlediğim bir filmde birisi şöyle diyordu; ya sen bunları aşarsın, bu zamana kadar aşamadığın ne oldu ki?
sıradan bir cümle. herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde karşıma çıktığında sanırım hiç üzerinde durmazdım bunun. fakat şimdi durdurdum filmi. ve üzerinde durdum.
bir an için tuhaf bir şekilde imrendim. arada oluyor böyle. diğer yandan yine zihnimin beni saçma sapan bir düşünceye doğru sürüklediğine kuşku duydum. yine de üzerine düşündüm.
tarifi şöyle bir şey bunun; bahsi geçen karakterin gayet sıradan hayati hedefleri, bu doğrultuda da çeşitli gayeleri var. bahsi geçen olayda da, önünde aşması gereken engelin zihinsel bir engel olduğunu kabul ediyor öncelikle. daha sonra da eyleme geçiyor. evet hepsi bundan ibaret. burada edimsel* bir engel yok. tamamen kendinde başlayıp, kendinde bitiyor her şey.
nasıl da oldu bittiye geldi her şey? onun için bundan sonraki engeller de bu şekilde aşılacak, tıpkı öncekiler gibi. hatta birisinin ona telkinde bulunmasına bile gerek yok. çünkü hayata karşı herhangi bir edimsel engel hissetmiyor o bir kere. işte ben buna imreniyorum sanırım. nasıl hissetmez. nasıl zihninde aştığı bir şeyi eylemsel olarak da aştığını düşünür?
“aslında yaşamak çok kolay”a kadar düşündüm ben bunu sonra. neden insanlık serüveni hep bana bir engel. insanların kolektif bir bilinci vardır. bunun her insan kadar ben de farkında olduğum halde ben niye kolektif bilinci kullanamıyorum? zihnimdeki ve daha sonra da eylemlerdeki engelleri aşamıyorum?
evet, aslında yaşamak çok kolay. filmdeki karakter bundan sonraki engelleri de aşacak. çünkü engel denilen şeyin aşamalarını bellemiş bir kere. adeta bilimsel bir metodoloji gibi. tüm bunları da farkında olmadan, içgüdüsel olarak yapabiliyor hem de. ben bu tür işe yarar içgüdülerimi nerede yitirdim acaba. içgüdülerim sürekli felaket tellallığı yapmaktan başka bir işe yaramıyor.
engel denilen şeyin aşamalarını bellemiş derken bu aşamalar da insanlık serüvenine dahil olmuş aşamalar elbette. diğer tüm karışıklıklar gibi insanlık nezdinde hizaya gelen bir doğrusallığı var bu durumun da. bunu bilmek ise kimine engel, kimine ise kolaylık.
Neyse yine uzadı yazı kimse okumayacak sonra. Bir saçma sapan düşünce furyamı daha huzurlarınızda ifade etmeye çalıştım.
*Burada bahsettiğim edim TDK’daki şu şekilde izahı olan edimdir;
1. (Skolastik felsefede) Aristoteles'in energeia = gerçekleşme, etkinleşme kavramının çevirisi. Her değişme a. olanaklı; b. tamamlanmak üzere, gerçekleşmek üzere; c. tamamlanmış durumda olabilir. Aristoteles gizil olmayı, olabilir durumda olmayı dile getiren a ile bu değişmenin sonucu olan gerçekleşmiş olmayı dile getiren c arasında bulunan b durumunu genellikle energeia olarak belirtir. 2. (Yeni Felsefede) İnsan bilinç ve eyleminin tek tek davranışları; edimin varlığı gerçekleşmeye dayanır; nesnel olarak verilmiş değildir, ancak gerçekleşmede kavranılır olur. Her edimin özünde bir şeye yönelme, bir şeyi erek edinme vardır.
9 yorum:
fazla söyleyecek kadar kafam kalmadı bu saatte, ama şu kadarını söyliyeyim, içgüdülerin felaket tellallığı yapıyorsa o içgüdüleri de yine sen şartlıyorsun sonuçta.
umudun insanları kandıran, uyuşturan bir unsur olduğunu söylüyorlar. lakin inadına umut etsen bir şey kaybetmezsin gibi geliyor bana.
devamlı kötü şeylerin olacağını düşünürsen kötü hissedersin. sonunda kötü olur demiyorum, bazen sona gelinceye kadar çok şey kaybediyoruz düşüne düşüne. yolda kaybettiklerinin kazanabileceklerine engel olmasına izin verme. (ne de güzel emir veririm ama!)
(bazen iyimserliğin dozunu kaçırıyor olabilirim, ama bu da benim en önemli savunma mekanizmam galiba, o da olmazsa yaşayamayacağım sanki)
ellerine sağlık alter ego.
"zaman herşeyin ilacıdır" adlı masalın sonunda devler bir türlü altedilemediğinde ve kahraman bir türlü zamanında yetişemediğinde, masallara inancımızı yitirdik galiba.
Pek çoğumuzun duygularına dokunmuşsunuz.
Elinize sağlık.
bilge,
"bazen sona gelinceye kadar çok şey kaybediyoruz düşüne düşüne" ne güzel demişsin. işin özü aslında bu sanırım.
devamlı kötü hissetmek ile sonuçları bağımsız düşünmek gerek, bunda haklısın kesinlikle. edimleri eylemlerden bağımsız düşünmek gibi (bu pek mümkün olmasa bile). böylece sonucunda elinde hiçbir şey olmasa bile, hiçbir şey de kaybetmiş olmayız.
teşekkürler yorum için. senin ellerine sağlık.
nomen,
gülümsedim yorumunuza :) zaman her şeyin ilacıdır adlı masalı kim anlattı bize bilmiyorum ama bize acı veren zaman belki de kahramanı beklemek üzerine kurulmuş olan zamandır. aslında bizim devlerle ne işimiz olur ki? masallara inancımızı tam da burada yitirmemiz gerekirdi belki de.
çok teşekkür ederim. sizin ellerinize sağlık.
1. Düşüncede her şey kolay olabilir. Yapıp etmeye gelince engeller, sınırlar vs.
Bazen beynimizin içinde boy boy setler oluşturuyoruz. Ben de ne gerek var, böyle olmasın diyorum. Kendime bile söz geçiremiyorum tabii.
2. Zamana karşı hiçbir şey direnemiyor. Masallar bile.
3. Güzel insanlar hemencecik bir araya geliyorlar. Buralar bu yüzden de önemli.
4. Uzun yazma konusunda bir sürü şey duyuyorum. Bana da uzun yazıyorsun okuyamıyoruz dediler. Azcık kısa yazmaya çalıştım, olmadı. Özgürlüğüm elimden alınmış gibi hissettim. Bundan sonra biri uzun yazıyorsun, okuyamıyorum falan derse okumazsan okuma, bana ne diyeceğim. Çok pis artistlik yaparım bilirsin. Sen yaz, okuruz biz.
5. :)
sevgili dostum negatif,
sana öyle kim söyledi bilmiyorum ama bana sen söyledin bu “uzun yazınca kimse okumaz” meselesini. o günden beri kafamda dolaşan saçmalıkları dışa vururken, yazdığım yazının kaç satır olduğuna bakıp bir yerde kesiyorum. bu yüzden de bir çoğunun sonunu bağlamamış bile oluyorum aslında. sonunu bağlamak için araya daha bir çok şey eklemek gerek çünkü. (hoş gerçi burada üşengençliğim de devreye giriyor) bu da ister istemez uzun bir yazı halini alacak. ama bunu aşmayı düşünüyorum. öyle blogu açıp, yeni kayıt diye girip, aklımdan geçenleri öylece yazıp göndermekle olmuyor bu iş. biraz daha sistemli, üzerine düşünerek, başı sonu belli yazılar yazmak gerek. nomen’e imreniyorum mesela. gerçi o bir yazar, elbette onun gibi yazmamız mümkün değil. ama en azından onun gibi sistemli, belli bir bağlamı olan yani açıkçası faydalı şeyler yazmaya gayret edebiliriz. hep –iz diye bitirdim de, seni de kendimle aynı kefeye koyduğumu düşünme tabi yine de :)
ama ben de sana şöyle bir şey diyeyim; sen yaz da uzun olsun. bırak da uzun diye okumayacaklar okumasın. yazdıklarına gerçek anlamda değer verecek insanlar belli. onlar her halükarda okuyacaklardır.
hadi eski yazılarını kaçırdın, gizledin. dedik tamam bu adam böyle bir hazırlık içerisine girdiğine göre şimdi koparacak olayı. ama hani? emrah gibi olacaksın diye korkuyorum bak.
yorumumda anlatamadıklarımın bir kısmını örneklediğin için gerçekten şaşkınım. ne güzel engellerimiz var.
aynı kefeye konma meselesi üzerine bir şey demeyeceğim. ayıp be!
uzun-kısa yazmak konusu "ifade özdürlüğüne inanmıyorum"a doğru gidiyor. herkes her ağzına geleni söylememeli diyorum ama yazmak başka. herkes her istediğini yazabilir, yazabilmelidir. konuşmakla yazmanın ne farkı var? başkaları konuşulanı isteseler de istemeseler de duyar, ama yazılanları istemezlerse okumayabilirler. seçme hakkı var yazıda. ama bundan bahsetmeyecektim ben.
sıkıntı şurada. kısa yazmak ustalık gerektirir. bizde öyle bir yetenek olmadığından yazılar uzuyor. yani kısa yazacak kadar gelişemedim. anlatmak istediğimi bir iki cümleyle anlatabilmeyi çok isterim ama bu mümkün görünmüyor. öyleyse bildiğim gibi yapayım diyorum.
bir de yazarken ister istemez düşünüyoruz(-uz dedim bak, dakkiatini çekerim). söylemeye göre daha derli toplu oluyor yazmak. biraz daha korunaklı. dilin kemiği yok ama elin kemiği var. ayrıca silgi var, backspace var, delete var. olmadı kağıtları buruşturup atmak var.
yeni bir şeyler gerekiyor tabii. yazmak istedim ama 2012'den ne bekliyorum kısmında tıkandım. bunları konuşmamış mıydık? 2012 yazısını yazınca herhalde istediğim gibi bir şeyler yazabilirim. o yazıyı yazmam lazım ama. hatta şimdi yazayım ben onu.
korkma, emrah gibi olmam ben. kimse onun gibi olamaz. maraz-ı edebiyat denilen bir hastalığa müptela olmuş o. olan olmuş, kurtuluşu yok.
"aşmak" gerek.
birdirbir oynayıp kendi üzerinden atlamak gibi.
kendi gölgesine basmak gibi.
"aşmak".
kendi omuzlarına tırmanıp.
bu arada ben de "tutarsızlık" hastalığına tutuldum. belirtmeden geçemeyeceğim.
evet ben de aşağı yukarı senin gibi düşünüyorum. söylemek ile yazmak arasıda çok fark var tabi. dediğin gibi ifade özgürlüğü tarafından da bakmak gerek bu tür mevzulara. yazmak konusunda sadece düşünerek ifade etme biçiminden ayrı bir durum da söz konusu aslında.
söz gelimi konuşurken ifade edecek pek bir şey bulamayız. gündelik şeylerle ağzımızda laflar gevelenir durur. çoğu kez aynı şeyleri tekrar konuştuğumuz olur. bazen farklı şeyleri aynı şekillerde konuşuruz.
peki yazmaya gelince ne oluyor? ona kalırsa düşüneceğimiz her şey de düşünülmüş. şöyle diyeyim; bir zamanlar söylenecek “her şey” söylenmiş, yazılacak “her şey” yazılmış gibi hissederdim. ama şimdi düşünüyorum da neden “her şey” bu kadar sığ peki? demek ki söylenmişleri daha çok söylemek, yazılmışları tekrar yazmak gerekiyor. bir tür kendimizle eşleştirme yapmamız gerekiyor. yoksa bu hayatın sığlığı zindan olur bizlere. hayatın bu sığlığından biraz kaçış, biraz bu kabuğu kırabilmek filan gibi.
anlatacağını birkaç cümlede anlatamadın diye hiç anlatmamak mı gerek? anlatmamak bir şey değildir yani. ama uzun da olsa bir şeyler anlatıyor olmak bir anlatmaktır. sen de böyle düşünüyorsun ki bildiğim gibi yapayım demişsin. just do it diyorum o zaman. (ulan sen böyle telkinlerde bulunurdun bana, şimdi roller mi değişti ne)
evet konuştuk. eh mesele de bu ya bir yerde. bazı şeyleri konuştuğumuz halde konuştuğumuz yerde kalıyor gibi. bu yüzden de emrah ile ortak noktalarımız açığa çıkıyor. bu maraz-ı edebiyat bulaşıcı olmasın sakın? ben fazla görüşmüyorum o adamla gerçi ama :)
Yorum Gönder