28 Ocak 2012 Cumartesi

... pahasına

bir başka şeyin pahasına yaşamak mutlu mu ediyor yoksa mutsuz mu? kendimi de bunun herhangi bir parçası olarak konumlandıramıyorum aslında. ama tabi ki de insanlık nezdinde bir parçası olarak konumum kaçınılmazdır. çünkü insanlar birbirlerini de bir başkası pahasına değerlendirir. tuhaf bir mukayese mekanizmasıdır bu. nitekim kendisini de bir başkası pahasına değerlendirir kişi. bunun altında; kendini konumlandırmak, kendini bu insanlık ekseriyetinde var ederek hayatını haklı çıkartmak vs. gibi bir çok etmen vardır şüphesiz.

çeşitli örnekler verebilirim; mesela bir çok insan bir başka insanın mevkisi pahasına hayatına yön verir. bir arkadaşı mühendis oldu diye mühendis olmaya çalışır mesela. veya ailesinin sosyal konumu doğrultusunda yaptığı baskılar ile şekillenir. hatta bunu müspet bir örnek alma durumundan çıkartabiliriz; mesela nefret ettiği birisi evlendi diye evlenenler de vardır. çeşitli açılardan böyle sayısız örnek verilebilir. bunu güdüleyen şey de şüphesiz ki başka hayatlar pahasında kendini konumlandırmak, kendisine bir rayiç bedel addetmektir.

bu toplumsal güdüleme ile paralellik gösterdiğini düşündüğüm bazı davranışlar var. bunun en güzel örneği, tüketim toplumunun bir bireyi olan alışveriş hastası insanlar misal. alışveriş yaptıkça mutlu olur bu tür insanlar. fakat diğer yandan, alışveriş esnasında her alınan ürün, bir başka üründen vazgeçmiş olma sonucunu doğurur. yani alınan her yeni ürün bir başka üründen vazgeçme pahasınadır. alışveriş hastalığı olan insanların sırf bu yüzden mutsuz oldukları gözlemlenmiştir mesela.

bu örnek üzerinden başa dönersek; insanlar bir başkasının yaşamı pahasına yaşadıkları hayatlarından mutlu mudur peki? her yaşananın bir başka yaşamdan vazgeçiş olduğu düşünülürse, alışveriş hastalığı örneğindeki duruma dönüşebilir bu. bu güdülemeyle yaşayan insanların bir çoğunun karakterlerindeki hırs ile alışveriş hastası insanın karakterindeki hırsın bağdaştığını düşünmemek elde değil. sürekli daha fazlasını elde etme gayesi ve elde ettikçe daha fazlasını isteme ve sonucunda sadece elde etmek üzerine bir çaba. bir yerden sonra elde ettikleri de mutlu etmez bu insanları. sadece elde etme çabası ile bunun için çekilen sıkıntı tekrar edip durur.

diğer yandan başarı elde etmiş, önemli mevkilere gelmiş bir çok insan şüphesiz ki bu mevki için kendini paralamıştır. kendine hemen hemen hiç zaman ayırmaksızın başarısına adanmıştır. hiç sevmediği işlerle uğraşıp, kendi yaşamı pahasına bir başarı elde etmiştir. lakin bunu ne için yapmıştır? daha fazla tüketmek için mi? bunun bir yere kadar mutluluk getirebileceğini yukarıda örneklemiştim. o zaman toplumun değer mekanizması içinde kendi fiyatını yükseltmek için mi? bunun da pek bir farkı yok, bu da bir yere kadar. mutlu olabilseydi şüphesiz ki hala daha iyisini elde etme çabası göstermez, bu uğurda sıkıntı çekmez ve mutluluğunu yaşardı. aslında nereden baksan bu insanlar mutluluktan kaçıyor gibidir. bir şeyi elde ettiği zaman onun daha mutluluğunu yaşayamadan bir sonrakini elde etme çabasının mutsuzluğuna katlanmaya başlamak şeklinde devam edip gider çünkü bu süreç.

burada “pahasına” şeklinde kullanım sebebim, zafer ekin karabayın; “daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama” sözüne dayanıyor. buna bir de onun gözünden bakarsak iş çok acayip bir yere gider aslında. çünkü zafer ekin gibiler, insanların bu doymak bilmez anlık tatminlerinin, bir başkasının acısı pahasına olduğunu düşünür. örneğin bu doymak bilmezler zayıflamak için uğraşırken diğer yandan da açlıktan ölen insanlar vardır.

bu dengesizlik içinde insanların böylesi bir gelişim göstermesi, birbirlerini çiğneyerek var olma çabası şüphesiz büyük bir vicdansızlıktır. aslında insanlar, bir başkasının yaşamı pahasına yaşamak istiyorlarsa, burada baz alacağı yaşamlar zorlu yaşamlar olmalıdır belki de. bunun bizatihi sebebi olduğu halde kendini uzak tutması bir yana, uzaklaştığı noktada da kendini var edememesi tam bir komedidir zira.

ve aslında ben bu komediye gülüyorum…

24 Ocak 2012 Salı

aslında

Diyelim ki yıllar boyunca her gün kahve içtiğiniz bir fincan size bir gün bir çay bardağı olarak görünüyor. Ne yapardınız? İlk önce gözlerinizi ovuştururdunuz. Sonra oturup düşünürdünüz bunun nasıl böyle olduğunu. Derken tekrar baktığınızda onun eski fincanınız olduğunu görürseniz peki? Eh gördüğüm bir yanılsamaydı sadece der geçiştirirsiniz değil mi? Peki bu başka bir gün tekrar olursa? Daha sonra bir gün tekrar ve tekrar olursa. Ve sonra da hayatınızdaki her şey böyle sürekli değişip bir başka görünürse size? Akıl hastası olduğunuzu düşünürsünüz değil mi?

Sadece somutlaştırmak istedim bu saçma örnekle. Soyut düzeyde de bu şekilde muhakememizi sürekli yitiririz. Ama hep bir yanılsama olduğunu varsayıp üzerine düşünemeyiz. Somut düzeyde sabitimiz hep mesnetlidir. Duyularımız yanıltmaz bizleri. Ama soyut düzeyde, düşündüğümüz şeylerin sabiti hep mesnetsizdir. Bir düşündüğümüz, başka bir düşündüğümüzle çeliştiği takdirde, gözlerimizi ovalamayız bile ve çok kısa sürer şaşkınlığımız. Daha sonra yine kendimizi yalanlarsak ve bunu sürekli yinelersek, yine de garipsemeyiz. Hatta gittikçe garipseme eşiğimiz düşer ve hiç üzerine düşünmeye değer bulmayız sonra…

Bizi somut düzeyde akıl sağlığımızdan şüphe etmeye götürürken, soyut düzeyde bir de buna gelişim deriz ya üstelik. Yetmezmiş gibi bir de yalanladıklarımızın tümü bir tür utanç olarak dönerler ve örselerler bizi. Bu düşünsel muhakememizi yitirince vicdan muhakememizi de yitiririz sonra. Vicdanımız bir tür terazidir çünkü; doğru ve yanlışlarımızı belirlediğimiz. Bu vicdan terazimizin de sabitini koyacak bir yer bulamayız sonunda.

Yadsıdığımız bu tür şeyler, bir zaman önce bize ait olan ve sabitimiz olan bu şeyler, aslında hiçbir zaman yok olmazlar. Ve aslında utanç da bunların yok olmaması için birer doğal refleks gibi işler. Tam da burada gelişimden söz edilebilir aslında. Çünkü gelişimin, sürekli üzerine bir ekleme ile ilerlediğini varsayarsak, bir öncekini yadsımakla temeli sarsmış oluruz. Utanç temeli daima korur. Bunu yaparken de örseler bizi. Tıpkı bir yara gibidir; bizi korumak için acı veren.

Milyonlarca yıllık mirasımız olan biyolojimiz, nasıl ki bizi hiçbir farkındalık sahibi olmadan yaşatıyorsa, düşüce yapımız da böylesi bir mirastan nasibini almış gibidir. Düşüncemizi şekillendiren ahlaki değerlerimizi bu güdü ile inşa etmiş gibiyizdir. Fakat ne zaman ki bir devrim ile ahlak inşa edilir, ne zaman ki bu ilerlemeye yapay bir müdahale söz konusu olur, işte o zaman doğal ilerleme sekteye uğrar ve bizim pusulamız da şaşar. Bu pusulanın gösterdiği yönde ilerleriz uzun bir süre. Fakat bu ilerleme doğrultusunda, içimizdeki bir hissiyat da, sürekli yanlış yöne doğru ilerlediğimize kapılır. Ahlak bu hissiyatı sürekli hizasına çekerken, vicdan bu ayarı yemez. Ve vicdan ahlak ile ayrı düşmeye başlar.

Ahlaki olarak herkes herkesleşirken, vicdani olarak da herkes birbirinden ayrı düşmeye başlar. Çünkü vicdan özneldir, kendine hastır kişinin. Ahlak bir yerde maske olup da maskara ederken bizi birbirimize, vicdanımız için sabitimizi hep daha bir büyük çaba ile ararız. İşimiz zorlaşsa da, hep bizi var eden bir güdü bunu yapar. Neticede insan olmaktan başka bir şansımız yoktur. Her şey sadece buna değer, bir başka şeye değil.

Aslında her şey çok basit. Hiçbir sanrı da temelsiz değil. Ben şu an bu satırları yazarken, müthiş saçmaladığımı hissediyorsam eğer, bu şüphesiz ki hissettirildiği için oluyor. Fakat her şeyiyle, saçmalamam da benimdir ve vicdanidir. Bir gün bir fincanı bir çay bardağı olarak görürsem, bundan dolayı nasıl ki kendimle hesaplaşmak zorundaysam, düşünsel olarak vardığım ve ifade ettiklerim için de yine kendimle hesaplaşacağım. Bunlar bir farkındalıktır neticede. Belki mesnetsiz ama kesinlikle vicdani.

Ve herkes herkesleşirken, ne olur ideal sabiti kendisi addedip de,  vicdanını bastırmaya çalışmasın. Ahlak öldü bunu biliyoruz. Bundan sonra vicdanla yol almak gerektiğini de bilmeliyiz belki...

Not: Fincan örneği önümde duran bir fincan üzerine verilmiş bir örnekten ibaret.

20 Ocak 2012 Cuma

spider

Şizofreni temalı filmleri hep beğenmişimdir. Hele ki film doğrudan şizofren karakterin gözünden anlatılıyorsa. Bu tür filmlerde, izleyenler de, hayal ile gerçeklik arasındaki ayrımı tıpkı karakter gibi yitirirse, sağlam bir kurgu var demektir bence. Bunu bir ölçüt olarak alırsak, bu filmde kurgu zayıftı diyebilirim. Sanırım kitaptan uyarlanmaymış. Fakat her şey kurguya dayanmamış gibi zaten. Öyle olsaydı tamamen şizofren karakterin gözünden anlatırdı. Bu filmde dış açıdan da sahneler var ki izleyenleri bu gerçek – hayal ikileminden çıkartıyor bu. Şizofren adam, olaylar cereyan ederken, adeta bir hayalet gibi seyirci oluyor. Bizi de böylece farklı açılardan seyirci kılıyor.

Filmin kurgusu, sürekleyicilikten çok, bir şeyler anlatma derdinde. Daha çok psikolojik sendromlar üzerinde şekillenmiş gibi. Diğer filmlerde karakter doğrudan şizofrendir ve sağlam bir kurgu ile bu karakterin üzerinden anlatım yapılarak olaylar gelişir. Bu filmde ise bir karakterin şizofren oluşunun temelleri üzerinde durulmuş ve başka sendromlarla ilişkilendirilmiş. Mesela şizofrenin başlangıcını oedipus kompleksine dayandırmış. Daha sonra rehabilite süreçleri, sonrasında olayların meydana geldiği yere dönüş ile tekrar şizofrenin baş göstermesi vs. Kitap nasıl bilmiyorum tabi ki ama yazarın derdi sanırım şizofreniyi temellendirmekmiş gibi.

İzlemeyenler için tavsiye edebilir miyim bilmiyorum. Durgun bir film yani sıkılabilirsiniz. Şizofreniye merakınız varsa izleyin derim tabi.

18 Ocak 2012 Çarşamba

blogda değişiklik yaptık iyi mi

bugün sevgili dostum abuk benim blogu okumakta zorluk çektiğini söyledi. koyu zemin üzerine açık renk yazının gözü yorduğunu iddia etti. ben de nasıl olur ya şeklinde bir tepki verdim tabi kendisine. benim de tam tersi; açık renk zeminin üzerine koyu renk yazı gözümü yoruyor. çünkü herhangi bir sayfada zemin yazıdan daha çok yer kapladığı düşünülürse, monitörden daha çok ışık çıkar ve haliyle göz daha çok ışığa maruz kalır diye düşünmüşümdür hep. kullandığım internet tarayıcısından, ekşisözlükteki kullandığım temaya kadar hepsinde zemin koyudur, yazı açıktır. bilgisayarda kullandığım word bile zemini koyu, yazıları açık şekildedir. hatta internette uzun bir yazı varsa ve bu yazının bulunduğu sitede zemin açık renkse, o yazıyı bu koyu zeminli kullandığım word’e kopyalar orada okurum yani.

neyse uzatmayayım. abuk gözü yorduğunu iddia etti ve negatif’e sor istersen dedi. ona sordum ve onun da gözünün yorulduğunu öğrendim. buradan çıkan sonuç da şu ki; benim gözlerde bir anormallik var. bugün bu yüzden blogdaki metin zeminin rengini değiştirdim. bu sefer de alttaki etiketler ve kenarlardaki bağlantılar ortak renkli olduğu için eski düzen tutmadı. okunaksız oldu. oturup onlarla uğraştım bir de. en sonunda bu mavili tonda en okunaklı olduğunu gördüm. bir bu mavili tonda koyu ve açık zeminde okunaklı oluyor. böyle de renkler çok uyumsuz oldu ama ne yapayım. maksat okunaklı olsun.

şimdi gerçekten daha mı okunaklı oldu?

15 Ocak 2012 Pazar

aşmak

bugün izlediğim bir filmde birisi şöyle diyordu; ya sen bunları aşarsın, bu zamana kadar aşamadığın ne oldu ki?

sıradan bir cümle. herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde karşıma çıktığında sanırım hiç üzerinde durmazdım bunun. fakat şimdi durdurdum filmi. ve üzerinde durdum.

bir an için tuhaf bir şekilde imrendim. arada oluyor böyle. diğer yandan yine zihnimin beni saçma sapan bir düşünceye doğru sürüklediğine kuşku duydum. yine de üzerine düşündüm.

tarifi şöyle bir şey bunun; bahsi geçen karakterin gayet sıradan hayati hedefleri, bu doğrultuda da çeşitli gayeleri var. bahsi geçen olayda da, önünde aşması gereken engelin zihinsel bir engel olduğunu kabul ediyor öncelikle. daha sonra da eyleme geçiyor. evet hepsi bundan ibaret. burada edimsel* bir engel yok. tamamen kendinde başlayıp, kendinde bitiyor her şey.

nasıl da oldu bittiye geldi her şey? onun için bundan sonraki engeller de bu şekilde aşılacak, tıpkı öncekiler gibi. hatta birisinin ona telkinde bulunmasına bile gerek yok. çünkü hayata karşı herhangi bir edimsel engel hissetmiyor o bir kere. işte ben buna imreniyorum sanırım. nasıl hissetmez. nasıl zihninde aştığı bir şeyi eylemsel olarak da aştığını düşünür?

“aslında yaşamak çok kolay”a kadar düşündüm ben bunu sonra. neden insanlık serüveni hep bana bir engel. insanların kolektif bir bilinci vardır. bunun her insan kadar ben de farkında olduğum halde ben niye kolektif bilinci kullanamıyorum? zihnimdeki ve daha sonra da eylemlerdeki engelleri aşamıyorum?

evet, aslında yaşamak çok kolay. filmdeki karakter bundan sonraki engelleri de aşacak. çünkü engel denilen şeyin aşamalarını bellemiş bir kere. adeta bilimsel bir metodoloji gibi. tüm bunları da farkında olmadan, içgüdüsel olarak yapabiliyor hem de. ben bu tür işe yarar içgüdülerimi nerede yitirdim acaba. içgüdülerim sürekli felaket tellallığı yapmaktan başka bir işe yaramıyor.

engel denilen şeyin aşamalarını bellemiş derken bu aşamalar da insanlık serüvenine dahil olmuş aşamalar elbette. diğer tüm karışıklıklar gibi insanlık nezdinde hizaya gelen bir doğrusallığı var bu durumun da. bunu bilmek ise kimine engel, kimine ise kolaylık.

Neyse yine uzadı yazı kimse okumayacak sonra. Bir saçma sapan düşünce furyamı daha huzurlarınızda ifade etmeye çalıştım.

*Burada bahsettiğim edim TDK’daki şu şekilde izahı olan edimdir;
1. (Skolastik felsefede) Aristoteles'in energeia = gerçekleşme, etkinleşme kavramının çevirisi. Her değişme a. olanaklı; b. tamamlanmak üzere, gerçekleşmek üzere; c. tamamlanmış durumda olabilir. Aristoteles gizil olmayı, olabilir durumda olmayı dile getiren a ile bu değişmenin sonucu olan gerçekleşmiş olmayı dile getiren c arasında bulunan b durumunu genellikle energeia olarak belirtir. 2. (Yeni Felsefede) İnsan bilinç ve eyleminin tek tek davranışları; edimin varlığı gerçekleşmeye dayanır; nesnel olarak verilmiş değildir, ancak gerçekleşmede kavranılır olur. Her edimin özünde bir şeye yönelme, bir şeyi erek edinme vardır.

the age of stupid

“Gezegeni tükettiğimizi bildiğimiz halde neden hala bir şeyler yapmıyoruz? Yoksa insanlığı korumaya değer bulmuyor muyuz?”

“Kendi neslini yok eden tek tür değiliz ama bunu bilerek yapan tek türüz”

Belgeselde geçen yukarıdaki sorunun cevapsız oluşu, aşağıdaki sonucun doğrudan sebebi gibi.

Norveç dolaylarında kurulu bir üste insanlık tarihi arşivleniyor. Bu görsel bir arşiv ve bunlar şu yaşadığımız zamana kadarki çeşitli haberler ve belgesellerin görüntülerinden oluşuyor. Sene olmuş 2055. Dünyada insanlık bitmiş. Bir adam bilgisayar karşısında. Bize, her gün televizyondan izlediğimiz haberlerle, bazı belgesellerle dünyanın sonunun nasıl da göz göre göre geldiğini anlatıyor. Dünya ısısının artması, seller, kasırgalar, buzulların erimesi, çölleşme vs. gibi birçok olayın 2000’li yıllarla birlikte nasıl hızla artış gösterdiğini, bazı insanların bunu bağıra bağıra dile getirdiği halde kimsenin nasıl da kulak asmadığını anlatıyor. Kurgu yok, gösterilen her şey bildiğimiz şeyler. Her gün haberlerde karşılaştığımız şeyler. Mesele de bu ya; tüm bunların şu an bize zırva gelmesi. Adam buna anlam veremiyor; her gün bu haberleri, bu belgeselleri izleyen insanlık nasıl bir şeyler yapmaz ve bile bile sonunun gelmesine seyirci kalır?

Bir bilim adamı belgeselde şöyle bir şey söylemişti; İnsanlık yakın zamanda gerçekleşecek tehlikelere karşı önlem alma eğilimindedir. Uzun zamanlı tehlikeler için şimdiden hazırlanmak, yaşamını ona göre değiştirmek insanlığa göre değildir.

Belgesel sadece bu görsellerden ibaret değil. Birçok açıdan değerlendirme de yapılmış. Kenya’da Shell’in petrol işletmeleri kurması ile oradaki insanların nasıl da canına okuduğunu, günümüz petrol tüketiminin önü alınmayan felaket öngörüleri ile tüm insanların bir gün oradaki insanlardan daha büyük felaketlere sürükleneceğini anlatıyor. İngiltere’de yenilenebilir enerji için rüzgâr değirmenleri kurma çabasında olan bir adamın nasıl da çabalarının boşa çıktığını, diğer yandan Hindistan’da havayolu şirketi kuran bir adamın çabalarının nasıl da başarıya ulaştığını karşılıklı tezatlarıyla değerlendiriyor. Yaşlı bir dağcının, çocukluğundan beri tırmandığı dağın zamanla ne hale geldiğini doğrudan onun ağzından anlatıyor. Doğa değişimlerini anlatırken, tüm bunların müsebbibi olan insanlığın da nasıl ahlaki bir değişime uğradığını, geleceğini düşünmeyen ve hunharca tüketen birer varlık olduğunu filan gayet güzel anlatıyor.

Özetle belgesel; “siz aynen böyle devam edin bir gün ebenizinkini göreceksiniz” şeklinde bir mesaj veriyor. Ama tabi ki bu belgesel de kendi kurgusu içinde bir başka kurguya dahil oluyor. Yani ileride dünyanın sonu gelirse ve böyle bir adam bu süreci oturup izlerse, muhtemelen bu belgesel de izleyecekleri arasında olacak. Bu belgesel de bundan başka bir işe yaramayacak. Tıpkı diğer belgeseller ve televizyonda izlediğimiz felaketler gibi.

Çünkü insanlık gerçekten buna değmez.

13 Ocak 2012 Cuma

kiss me kill me

Acayip bir aşk filmi. Bir kiralık katil ile sürekli intihar teşebbüsünde bulunup da başarısız olan bir kadının aşkı. Tanışmaları da zaten bu şekilde oluyor. Kadın kendini öldürtmek için kiralık katil tutuyor. Filmin en komik sahnelerinden birisi de burada cereyan ediyor; Kadın bakıyor ki adam kendisini öldürmeyecek, elinden silahı kapıyor. Adam vay be karıdaki cesarete bak şaşkınlığıyla öylece bakakalmışken, kadının silahı kendi kafasına dayadığını görüyor ve uçan tekmeyi basıp kendini öldürmesine mani oluyor. Fragmanda da görüldüğü üzere çok komik bir uçan tekme bu. Güldüm bu sahnede.

İşte böylece ilk görüşte aşk gerçekleşiyor gibi bir şey. Ama tabi bu iki karakter de çetin cevizler. Öyle hemen birbirlerine teslim etmiyorlar kendilerini. Olaylar olaylar. Bu tanışma sahnesini anlatmam filmi çekici kılmıştır zaten gerisi de aynı ekseriyetle devam edip gidiyor. Komik sahneleri, cinayetleri, hüznü filan ile hissiyatı çok karışık bir film. Diyaloglar oyunculuklar filan on numara. Zaten Kore yapımı ki sahiden iyi oyuncular var bu memlekette.

Diğer yandan düşündürücü yanları da yok değil. İnsanların hayatına son veren bir katilin, kendi hayatına son vermek isteyen bir kadına aşık olması zaten başlı başına düşündürücü. Adamın dediği “tüm insanlar aynı yaşar” ve “birisini öldürürken heyecan duymak” meselesi, yaşamak ve ölmek üzerine bir yapı kuruyor. Bunun tamamlayıcı unsuru da dile gelmeyen “insanları harekete geçiren muazzam enerji” oluyor. Herkes her şeyi aynı yaşıyor gibi görünse de, ve herkes yaşamını sadece ölümü hak ediyormuşçasına yaşıyor gibi görünse de, “herkesin yaşadığı kendine özeldir” durumuna bir geçiş var. Adam bunun ilk sinyalini futbol topu sahnesinde veriyor. Hayatı olağan akışına bırak mesajı verecek bir adam değil zira. Diğer yandan da bir arkadaşının sıradan bir tavsiyesine uyup, onca saat koynunda taşıdığı o çiçeği de kadının suratına öfkeyle çarpması var. Yaşadığı hisleri son derece sıradan, bayağı addetmiş bir kere; özel bir tarafı olduğunu hissettiği an öfke duyuyor. Diğer yandan kadının da bağları çözülüyor. Kadının zaten muzdarip olduğu bir mevzu, haliyle biraz çivi çiviyi söker durumuna geliyor. Adamı normal bir yaşama çekmeye çalışması, şüphesiz ki adamın bu hayatın sıradanlığına doğru evrilişi etkili oluyor. Araba yıkama sahnesinde de artık dile geliyor adam.

Yıkanan bir arabanın içinde bulunmak olayı bana da çok romantik gelmiştir hep. Filmin en romantik sahnesini yıkanan bir araba içinde çekmek iyi fikir. Gerçi bunu amerikan sineması yıllarca kullandı ama yine de romantik yani. Amerikalıları sevmiyor olmam bunu değiştirmez. 

Çok uzadı yazı insanlar okumayacak. Bu kadar yeterli zaten bu film için.
 
bu da fragmanı

11 Ocak 2012 Çarşamba

altı çizili satırlar - nietzsche – böyle buyurdu zerdüşt

Nietzsche – Böyle Söyledi Zerdüşt - İthaki Yayınları – Çeviren; Mustafa Tüzel – Sayfa: 52-55

     Bir yerlerde halklar ve sürüler var hala, ama bizde değil, kardeşlerim: burada devletler var.
     Devlet mi? Nedir bu? Pekala! Şimdi kulak verin bana. Çünkü şimdi size halkların ölümü hakkında bir çift sözüm var.
     Devlet tüm soğuk canavarların en soğuğudur. Soğuktur söylediği yalanlar da; ve şu yalan dökülür dudaklarından: “Ben, devlet, halkın ta kendisiyim.”
     Yalandır bu! Yaratıcılardı halkları yaratanlar ve onların üzerlerine birer inanç ve sevgi astılar: böylece, hizmet ettiler yaşama.
     Birçokları için tuzaklar kuranlar ve bu tuzağı devlet diye adlandıranlar, yok edicilerdir: bir kılıç ve yüzlerce hırs asarlar onların üzerine.
     Nerede hala halk varsa, orada anlaşılmaz devlet ve uğursuzluk gözüyle bakılır ona, törelere ve yasalara yönelik bir günah olarak nefret edilir ondan.
     Şu ipucunu vereyim size: Her halk iyiye ve kötüye ilişkin kendi dilini konuşur; komşusu anlamaz bunu. O kendi dilini törelerinde ve yasalarında yaratmıştır.
     Oysa devlet iyinin ve kötünün tüm dilleriyle yalan söyler; her konuştuğu da yalandır – ve her ne varsa elinde, onu çalarak elde etmiştir.
     Her şey sahtedir onda; çalıntı dişlerle ısırır, o ısırgan. Sahtedir iç organları bile.
     İyi ve kötüye ilişkin dildeki karmaşa: devletin işareti olarak bu ipucunu veriyorum size. Sahiden, ölüm isteminin işaretidir bu! Ölümü vaaz edenlere göz kırpar, sahiden!
     Gereğinden fazla insan doğuyor: lüzumsuzlar için icat edilmiştir devlet!
     Baksanıza, nasıl da çekiyor kendine onları, çok-fazlaları! Nasıl da çiğneyip yutuyor onları ve geviş getiriyor sonra da!
     “Yeryüzünde benden büyük yok: Ben, tanrının düzen kuran parmağıyım” – böyle böğürüyor canavar. Ve sadece uzun kulaklılar ve yalnızca yakını görebilenler de değildir, önünde diz çökenler!
     Ah, büyük ruhlar, sizlere de fısıldıyor tüyler ürpertici yalanlarını. Ah, bulur o, kendilerini tüketmekten hoşlanan zengin yürekleri!
     Evet, sizi de bulur o, siz eski tanrıyı alt edenleri! Yorgun düştüğünüz kavgada, şimdi de bu yeni putun işine yarıyor yorgunluğunuz!
     Kahramanları ve saygıdeğer kişileri toplamak istiyor etrafta bu yeni put! İç huzurunun güneşinde ısınmaktan hoşlanıyor – bu soğuk canavar!
     Siz ona tapınırsınız, her şeyi verecektir o size, bu yeni put: böyle satın alıyor erdeminizin pırıltısını ve gururlu gözlerinizdeki bakışı.
     Sizi kullanarak tuzağa düşürmek istiyor çok-fazlaları! Evet, bir cehennem hilesi yaratılmıştır orada, bir ölüm atı, tanrısal şereflerle süslü koşu takımlarıyla şıngırdayan!
     Evet, çoğunluk için bir ölüm yaratılmıştır orada, kendini yaşam diye öven bir ölüm: doğrusu yürekten bir hizmettir bu, ölümü vaaz edenlerin tümü için!
     Devlet diyorum, herkesin, iyilerin ve kötülerin zehir içtiği o yere: devlet, iyilerin ve kötülerin, herkesin kendini kaybettiği yer: devlet, herkesin yavaş yavaş intihar etmesine – “yaşam” adı verilen yer.
     Bakın şu lüzumsuzlara! Mucitlerin eserlerini ve bilgelerin hazinelerini çalıyorlar: kültür diyorlar hırsızlıklarına – ve her şey hastalık ve felaket oluyor onlara!
     Bakın şu lüzumsuzlara! Her daim hastadırlar, balgam çıkartırlar ve gazete derler bu çıkarttıklarına. Birbirlerini yutarlar ve kendilerini bile hazmedemezler.
     Bakın şu lüzumsuzlara! Servet edinirler ve böylece daha da yoksullaşırlar. Güç ve gücün kaldıracını isterler, yani çok para sahibi olmayı isterler, - bu çulsuzlar!*
     Şu çevik maymunların tırmanışına bir bakın! Birbirlerinin sırtından tırmanırlar, böylece çamura ve derine batarlar.
     Tahta geçmek ister hepsi: onların deliliğidir bu – sanki mutluluk tahtta otururmuş gibi! Genellikle çamur oturur tahtta – ve genellikle taht da çamurda.
     Bunların hepsi delidir, birbirlerinin sırtına tırmanan maymunlardır ve aşırı kızışmışlardır benim gözümde. Putların, o soğuk hayvanın kötü kokusu geliyor burnuma: kötü kokuları geliyor burnuma hepsinin, bu putperestlerin.
     Kardeşlerim, onların ağızlarının ve hırslarının kokuşmuşluğunda boğulmak mı istiyorsunuz! En iyisi pencereleri kırın da, atın kendinizi açık havaya!
     Uzak durun bu kötü kokudan! Uzaklaşın lüzumsuzların putperestliğinden.
     Uzak durun bu kötü kokudan! Uzak durun bu insan kurbanlarının buharından!
     Büyük ruhlar için açık duruyor yeryüzü önlerinde hala. Münzeviler ve münzevi çiftler için, etrafında durgun denizlerin kokusunun estiği birçok yer var hala.
     Büyük ruhlar için özgür bir yaşam açık duruyor önlerinde hala. Sahiden, kimin az mülkü varsa, o daha az başkasının malı olur: şan olsun küçük yoksulluğa!
    Orada, devletin bittiği yerde başlar, fazlalık olmayan ilk insan: orada başlar gerekli olanın şarkısı, biricik ve eşsiz bir biçimde.
     Oraya, devletin bittiği yere – oraya bakın kardeşlerim! Görmüyor musunuz, gökkuşağını ve Üstinsana giden köprüleri? –

     Böyle söyledi Zerdüşt.

*Ç.N. : Çulsuzlar: Unvermögenden: Burada, Almancadaki, unvermögend (yoksul, çulsuz) ile Vermögen (yetenek) arasında dil oyunu yapılıyor; yeteneksiz olmayı da çağırıştırıyor.

Not: İthaki Yayınlarında kitabın ismi "Böyle Söyledi Zerdüşt" olsa da blog başlığında "Böyle Buyurdu Zerdüşt" şeklinde yazdım. Çünkü bu adın kullanımı daha yaygın diye düşündüm.

9 Ocak 2012 Pazartesi

hayatın saçmalığı, var olmak, mutlu sona bağlamak filan

İnsanlara sunulan idealize edilmiş bir sürü saçmalık içinde pek de bir seçim şansı kalmıyor aslında yaşamak için. Üretilen bu saçmalıklar insanlıkla beraber asırlarca büyüdü, gelişti ve her yanı sardı. Artık yolu yordamı belli her şeyin. İnsanlık serüvenin tüm kodları yazıldı. Sadece doğup, büyüyüp ölmüyoruz; arada yapılması gereken daha çok şey var. İdealler var.

Bir yerde bazı insanlar tüm bunlardan bir an için sıyrılıp; “ama sadece doğduk, büyüyoruz ve öleceğiz, her şey bundan ibaret” diye düşünebilir. İşte burada başlar hayatın anlamsızlığı ve bu anlamsızlığın diyalektiği. Artık hiçbir şey asla eskisi gibi değildir bu hummaya yakalananlar için. Bu bir tür zehirlenme gibidir. Bu zehiri içen ya geberip gider, ya da bağışıklık kazanıp güçlenir.

İnsanın kendi yaşama serüvenine karşı korkunç bir çelişki doğmuştur artık. Baktığımız hiçbir şey anlamlı görünmez. Bu çelişki içerisinde, diğer yandan da yaşamak gibi bir zorunluluğumuz vardır. İş güç sahibi olmak, sosyal hayata karışmak, evlenmek vs. Tüm bunları, kendi içerisindeki anlamsızlıklarıyla birlikte sürdürebilmek çok zordur. Sürekli sorulan sorular, koca bir anlamsızlık ve hiçbir şey olmamış gibi davranan insanlar. Kendi yaptığı veya yapacağı her şeyin anlamsızlığı yanında, çevredekilerin yaptığı her şey de anlamsız gelir. Kimseyi anlayamamak ve kimse tarafından anlaşılmamak da bu varoluşu daha da zorlaştırır.

İnsanlar yaşam serüvenine, tıpkı bir böcek misali genetiğine kodlanmış aritmetiğiyle tıkır tıkır devam ederler. Bu zehirlenmişler için de tüm bunlar genetiğine kodlanmıştır şüphesiz. Fakat artık işler hiç de kolay değildir. Her gün yapılması gereken işler, bir arkadaş ile görüşmek, bir sevgiliyle birlikte olmak, hemen hemen her şey bir işkenceye dönüşmüştür artık. Hayatın kendi başına bir anlamı olmadığını düşünmek, yapılmış ve yapılacak tüm eylemleri de anlamsız kılar çünkü. Her gün bir önceki gün ile aynıdır, her insan bir başkası ile aynıdır, yenilen - içilen her şey aynıdır, yeni bir şeyler beklenmez artık hayattan ve sürdürülebilirliği bitmiştir her şeyin. Hayat serüvenin tüm sürükleyiciliği uçup gitmiştir. İşte bu noktada kişi, ya kendisine işkence yapmaya son verip intihar etmesi gerekir, ya da başka bir varoluşa geçip devam etmesi. Böylesi bir dönüm noktasına gelinmiştir yani.

İntihar edenler insanlık için birer istatistik veri olarak kayda geçip giderler. Şüphesiz ki aramızdan en temiz ayrılanlardır onlar. Diğer yolu seçenlerin ise pisliğe batmaktan başka şansı yoktur. Öncelikli aşaması ise bir tür kabullenme aşamasıdır. Tüm bu idealize edilmiş hayat saçmalıklarını kabullenip, varoluşunun gerekliliğini kendisine kabul ettirmesi gerekir. Daha sonra bu varoluşunu etraftaki saçmalıklara serpiştirip kendini kendi dışında da var etmesi gerekir. Böylece bir mutabakat sağlayıp, hayatın saçmalığına karşı yaşadığı çelişkiyi aşabilir. Bunu sağlamak için etrafındaki her şeyi kabullenmekten öte onları sevmek ve bu sevgi ile kendini adeta uyuşturmak gerekir. Doğaya, insanlara, herhangi bir küçük eşyaya söz gelimi... Neyse ki insanın doğasında sevgi gibi bir afyon vardır.  Kendi dışında kendini var edebilen insan için işler her zaman çok daha kolaydır.

7 Ocak 2012 Cumartesi

kendinde solmak

Kendimden daha ağır bir yük yokmuş gibi geliyor. Bir takım teşebbüsler, değişiklikler. Nereye değişti? Bilemiyorum aslında. Bir yere varamıyorum. Bir gidip, bir geliyorum olduğum yerde. Ağırım ve sürükleyemiyorum gibi. Tüm bunları neden düşündüğümü hiç bilmiyorum. Amaçsızca, doğrultusuzca soluyor her şey. Darmadağınım ve fazlasıyla saçma sapan. Tek bir zerresi dahi tek bir yaşam kutbuyla kesişmeyen bir saçılış. Neresinden bakarsan bir yaşam değil bu diyorum ve yaşıyorum. Sadece kendimi yaşıyorum. Tek bir hayat zerresi olmayan bir kendimi. Yaşamıyorum.

Bir yerden başlamalıydı, bir yere varmasa bile. Atacağım her adım bir boşluğa çıkacakmış gibi hissederek koşuyorum. Kaçtığım her neyse beni kovaladığı kesin. Hala koşabiliyorsam ve henüz düşmemişsem, kovalandığım kesin.

Kapılar hep duvar görünüyor gözlerime. Hülyaları geçtim artık, duvarlara bakıyorum hep. Üzerime yıkılırsa bir duvar, belki de o bir kapı olabilirdi diye düşünüyorum. Daha sonra bunun da bir hülya olduğuna kanaat getiriyorum.

Baktığım her şey münasebetsiz geliyor sonra. Münasebetsizleşiyorum. Her şey soluyor, ben de onlara soluyorum. Her şeyim ben belki, belki de hiçbir şey. Bildiğim bir şey var ki bilmiyorum.

6 Ocak 2012 Cuma

paatos

Happiness

Suddenly the strangest feeling
Inside of me
I don't know what it is
Turning into someone else
Do i need it
Still i don't know what it is

Suddenly my only friend is
Loneliness
And all i'm wishing for is
Happiness

Searching for a part of me
My long lost friend
Where could she be?
Suddenly my world is turning
My life stands still
Calling my name

Suddenly my only friend is
Loneliness
And all that i am wishing for is
Happiness

Suddenly my only friend is
Loneliness
And all that i am wishing for is...

Hypnotique