30 Aralık 2011 Cuma

altı çizili satırlar - kürk mantolu madonna

Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna
(YKY Yayınları - Sayfa 127)

... Şimdiye kadar zannettiğim gibi, kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık demek olduğunu hissediyordum. Bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. Ben neydim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu? Şu ağaçlar, onların dallarını ve eteklerini örten karlar, şu ahşap bina, şu gramofon, şu göl ve üzerindeki buz tabakası ve nihayet bu çeşit çeşit insanlar hayatın kendilerine verdiği bir işi yapmakla meşguldüler. Her hareketlerinin bir manası vardı, ilk bakışta göze görünmeyen bir manası. Ben ise, dingilden fırlayarak, boşta yuvarlanan bir araba tekerleği gibi sallanıyor ve bu halimden kendime imtiyazlar çıkarmaya çalışıyordum. Muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. Hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. Hiç kimsenin benden bir şey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu.

İşte bu andan itibaren bende, hayatımın istikametine hakim olan değişme başladı. Lüzumsuzluğuma, faydasızlığıma bu andan itibaren inandım. Ara sıra hayata tekrar döner gibi olduğum, yaşadığımı zannettiğim oldu. Hatta bunları düşündükten birkaç gün sonra, yepyeni bir vaziyet, beni bir müddet için tesiri altına aldı ve oyaladı. Fakat ruhumun en derin bir köşesinde bu kanaat yeryüzünün bana ihtiyacı olmadığı kanaati, her zaman için yerleşip kaldı. Hiçbir hareketim onun tesirinden kurtulamadı; ve bugün de, aradan bu kadar uzun seneler geçtiği halde her şeyi, bilhassa cesaretimi büsbütün kırarak beni etrafımdan tamamen uzaklaştıran o anın bütün teferruatını, hatırlıyorum; o zaman kendi hakkımda verdiğim hükümlerde hata etmiş olmadığımı görüyorum...

29 Aralık 2011 Perşembe

bir yol-culuk hikayesi

Neresinden baksa bir yolculuk. Bir yolun değil, bir yolculuğun yolcusu olmak sadece. Nereden buluyoruz bu kadar düşünecek şeyi bilmiyorum. Bilmek için değil de, düşünmek için düşünmek de bir yolculuk meselesi aslında. Yolculuğuna yol çizmeye kalkanların, düşündüklerinin sadece düşünmek için olduğunu bilmeleri ne gariptir. Sonunda yolculuk yorgunluk, düşünce de bir düşten ibaret oldu.

Neresinden baksa bir anlam çıkartabilir aslında. Bildiklerinden değil, düşündüklerinden bu böyle. Hiçbir şey, üzerinde düşünülmeden anlamlı olmaz ya. Peki neden her şey üzerine düşündükçe bu kadar anlamsızlaştı?

Çünkü bilmek ilerlemek gibidir derdi. Bildiklerinin bilemediklerinden az olduğunu bilip, bununla avunabilirdi. Böylece aldığı yol da, alacağı yoldan az gibiydi. Yolculuğuna yol çizmek için bilmesi gerektiğine inanırdı. Böylelikle yolculuğu boyunca hep yol çizdi kendine. Yolcu olduğunu bile unutmuştu artık.

Sonunda yoruldu. Artık düşündükleri ona bir düş, yolculuğu ise bir yorgunluk gibi geliyordu sadece.

21 Aralık 2011 Çarşamba

olabilirdi

Baktığımı pek iyi göremediğim için, hiçbir şeye bakmamaya çalışıyorum. Ben bakmadığım için iyi olsunlar oldukları yerde. Bende her türlü iyi olamayacaklardı zaten. Kendilerinde iyi olsunlar bari. Böylelikle dünya daha güzel bir yer olabilir belki.

Körler görebilselerdi, şüphesiz her şeyi çok güzel görürlerdi. Çünkü sadece görmek, onlar için en elzem mesele olduğu için, ne gördüklerinin pek umurlarında olacağını sanmam. Bu yüzden de dünyayı körler görsünler mümkünse. Böylelikle dünya daha güzel bir yer olabilir belki.

Bunca öldükten sonra, artık sadece yaşamanın en elzem mesele olduğunu düşünmek istiyorum. Böylece ne yaşadığımın pek umurumda olmayacağını zannediyorum. Hiçbir şey yaşamadan, yaşamayı bu kadar yadsımak kolay. Ölmek de kolay bundan. Bu yüzden yaşamayı bilenler yaşasın bu dünyada. Böylelikle dünya daha güzel bir yer olabilir belki.

Tüm bunlardan sonra mı? Evet. Bilmemek değil öğrenmemek ayıpsa…

18 Aralık 2011 Pazar

bir ismail abi repliği

ismail abi'den öğrenecek çok şey var.
her şeye böyle tepki vermek istiyorum;
vir vir vir anlatıyor...

13 Aralık 2011 Salı

bu fırsat kaçmaz

%20 indirime girmiş. bu fırsat her zaman karşınıza çıkmaz. kaçırmayın derim.

11 Aralık 2011 Pazar

aslında

Düşünecek pek bir şey yok. Söyleyecek de. Bu şekilde başladığım yazılar sonunda korkunç yerlere gider. Baştan uyarmak istedim; okumamanızda fayda var. Faydasızsa ne diye yazılır bir yazı değil mi? Tam da bu yüzden diyorum işe; böyle düşünüyorsan güle güle. Ben saçmalamayı severim. Başlığı da yazıya başlamadan attım hem. Uyarıyı da…

Aslında hiçbir şeye saygım kalmadı. Ama bilinenin aksine, bu öyle tepeden inme bir ego ile buraya varmadı. Her şey kendime olan saygımı yitirmemle başladı diyebilirim. Bir insan kendini alt ettikten sonra artık her şeye hunharca saldırmayı beis görmüyor. Bunun izahına girişecek değilim. Dürüst olmak gerekirse, bardağın boş tarafını görerek, bardağın dolu tarafını yadsımıyorum ben. Bardağın tamamen boş olduğunu iddia ediyorum. Diğer yandan tamamen dolu olduğunu iddia edenlere de inanırım. Ama artık asla bardağın dolu veya boş tarafları olduğuna inanmam. Bunlar saçmalık.

Aslında içselleştirmek veya dışsallaştırmak vardır. Hayata temas bundan ibarettir. Bir şeyi içselleştirmeden önce onu dışsallaştırır insanoğlu. Bir şeyi yadsımak ise, daha onun dışsallaştırma evresindeyken kapı dışarı edilmesidir. Ama insanlık serüveni öyle bir noktaya geldi ki her şeyi önce içselleştirip, sonra yadsımaya çalışmanın doğru olduğu iddia ediliyor. Ben buna inanmam. Kaybedecek de bir şeyim yoktur hani. İyinin ve kötünün ötesine gelinebilir işte burada.

O zaman yadsımak vardır derim. Herkes yalandan bahseder. Her ne kadar bundan yakınsa da diğer yandan; her yer yalansa ben de yalancı sayılırım naifliği takınır. Böyle bir şey yok. Bu bir saçmalık. Herkes yalancı olduğu için her yerde yalan var. İnsanlar putlara estetik durduğu için tapmıyor. Herkes taptığı için tapıyor. Bunu biliyorsak estetik anlamlar aramaya gerek yok o zaman. Gerisi hep zırva.

Herkesin birbirini kandırmaya çalışmasını anlayabiliyorum. Ama kandırırken, bunun böyle olmaması gerektiğini karşı tarafa söylemenin bir anlamı yok. Bu çok romantik ve bundan sonraki aşamada ancak bir tür düzüşme olur. Evet, tam da bu yüzden böyle olur. Daha sonra da mantığınız şuna keser; ya tecavüz edensindir, ya da tecavüz edilen. Romantizmin sonu buna varır hep.

Ben anlamıyorum. En başından anlamıyorum. Bu yüzden tecavüz etmek veya tecavüze uğramanın bir parçası olamıyorum. Belki romantik değilimdir.

9 Aralık 2011 Cuma

noi albinoi

ya evlenin ya da evlenmeyin.
ya da her ikisi için de pişman olun.
dünyanın aptallığına kahkahayla gülün,
pişman olun.
onun için ağlayın ve yine pişman olun.
dünyanın aptallığına kahkahayla gülün,
ya da onun için ağlayın;
her ikisi için de pişman olun.
kendinizi asın; ve pişman olun.
kendinizi asmayın,
onun için de pişman olun.
kendinizi asın ya da asmayın
ikisi için de pişman olun
İster asın ister asmayın,
her ikisi için de pişman olun.
işte sevgili dostlarım,
tüm insan bilgeliğinin özü.
"Kierkegaard"

Soğuk bir yalnızlığın hikâyesi. Her ne kadar yalnızlığımı hissettiysem de ve filmin başrol karakterini kendime yakın hissettiysem de, onun kadar üşümediğimin farkına vardım sonunda. Çok soğuk, çok donuk bir film. Diğer yandan çok sarsıcı bir son. Ama tüm bunların gerçekleştiği yer o kadar dondurucu ki, sarsıntıyı da anında soğuruyor ve buz tutuyor. İnsanın üzerinden bir çığ gibi geçip gidiyor sadece.
Kanatları koparılmış bir sineğin hikâyesi.

king creosote & jon hopkins - bubble

6 Aralık 2011 Salı

...and justice for all - metallica

Metallica grubunun 30. yılı şerefine bir şeyler yazmak istedim. Fakat geniş anlamda Metallica’yı kaleme almak her yiğidin harcı değil, hele ki ben hiç de yiğit birisi değilim. Bu yüzden kendime seçtiğim bir eksen doğrultusunda bir şeyler yazmayı deneyeceğim. Bu eksen …And justice for all abümü ki bu albüm benim için Metallica’nın dönüm noktasıdır. Hatta şu an dinlediğim müziklerin atası olması bakımından da bir dönüm noktasıdır.

Metallica’nın albümlerinde farklı karakteristik özellikler vardır. Şüphesiz ki en belirleyici karakteristik ayrım, hayatını kaybeden basçılar Cliff Burton ile olmuştur. Cliff zamanında çıkan albümler daha trash havasında albümlerdi. Trash sevenler arasında; Cliff ölünce Metallica’da ölmüş sayıldı görüşü bile hakimdir. Zira bir basçıdan fazlası, müzikal yapının inşası açısından da grup içerisinde faal bir kişilikti kendisi. Bu düşüncede olanlara göre şüphesiz ki en iyi Metallica albümü Master of puppets albümüdür. Ben de pek severim bu albümü. Fakat benim için şüphesiz en iyi Metallica albümü, Cliff sonrası çıkan ilk albüm olan …And justice for albümüdür. Çünkü şu an tarz olarak Trash’ten çok Progresif’e değer veriyorum. Metallica’nın çıkardığı en Progresif albüm de şüphesiz …And justice for albümüdür. Hatta Progresif Metal’in bu albüm ile kurulduğu rivayet edilir. Bu albümü ilk dinlediğim 14-15’li yaşlarımda elbette Progresif müzik hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Tarz olarak da çok uzaktım. Fakat şu an düşünüyorum da; o zamanlar bu albümü bu denli beğenmiş olmam, ileriki dönemlerde hangi müzikleri dinleyecek olduğuma işretmiş.

Günümüzde bile çok teknik olduğu söylenebilecek bir albümken, 88 yılında böylesi bir albümün yapılması çok şaşırtıcı geliyor şimdi bana. Heavy Metal’in, sert müzik yapısı ile, “uyuşturu, sex ve müzik” felsefesini, özgürlük temalı isyanlarla insanlara sunan atmosferinde, böylesi bir albüm çıkması bir milat olarak görülebilir. Çünkü o dönem icra edilenlerin, müzikal açıdan pek kayda değer şeyler olmadığı aşikârken, bu albüm müzikal açıdan pek çok değer taşıyor. Rock’n roll felsefesi rafa kaldırılıp, daha ciddi meseleler üzerine kafa yoruluyor. Adaleti sorguluyorlar, tabiata tecavüz eden insana kafa yoruyorlar, savaşın ne berbat şey olduğunu haykırıyorlar ve derin mevzuları, kaybettikleri arkadaşlarının üzerlerinde bıraktığı etki ile albümlerine yansıtıyorlar. Psikolojileri albümün genel olarak havasına yansıyor, dahası enstrümanlarda bariz şekilde hissedilen o güç, duydukları öfkenin bir dışa vurumu oluyor. Ve arkadaşlarını en iyi şekilde anmasını biliyorlar (ayrıca albümdeki to live is to die parçası Cliff’e ithaf edilmiştir)


Diğer yandan Metallica üyelerinin en beğenmedikleri albümleri olduğunu defalarca deklare etmeleri üzücüdür. Albümü yaptıktan birkaç yıl sonra bu kanıya varmışlar. Bunda şüphesiz ki kötü prodüksiyonun etkisi var. O dönemde, eski prodüktörleri Flemming Rasmussen’den ayrılıp, yeni bir isim olan Mike Clink ile çalışmaya karar vermişler. Daha sonra Mike’ın albüm kaydında radikal taleplerine karşı çıkmışlar. Ardından da kendisini kovup yerine Flemming’i tekrar çağırmışlar. Geri dönen prodüktörleri nasıl isterseniz öyle olsun diyerek boyun bükmüş. Kişisel taleplere göre şekillendirmiş albüm çalışmasını. Grup üyelerinin müdahaleleri ile Davul, Ritim Gitar ve Vokal ön plana çıkarken, gruba Cliff’den sonra yeni katılan Jason’ı pek kaile almamış olacaklar ki onun Bass’ı çok arkalarda kalmış. Maalesef ki bu albümde baslar yok denecek kadar az duyulur. Yıllar sonra gruptan ayrılan Jason; “daha guruba ilk katıldığım günden beri beni hep hor gördüler” şeklinde verdiği demeçte, bu albümdeki basların düşük kalmasından duyduğu üzüntüyü ifade etmiştir. Diğer yandan grubun egosu en yüksek üyesi olan Lars’da, deneysel davul tonlarının yanı sıra, kayıtta kendisini ön plana çıkarmayı da bilmiştir. Ama Lars’ın en iyi performansını sergilediği albüm olduğu düşünülürse pek şikayet edilecek bir durumu yok bunda. Gitar ile birlikte yakalanan o şahane ahenk albüme başka bir karakter kazandırmış, bu iki enstrümanın ön plana çıkartılması hiç de rahatsızlık vermemiştir. Çok uyumlu davul ve ritim gitar ikilisi vardır ve o kompleks ritimlerin de hakkını sonuna kadar vermişlerdir. Davullar nasıl eşlik etmiş, sahiden o davulları Lars mı çalmış bundan yıllarca şüphe duydum. Hele ki kick pedal ile çağını aşmış bir iş gerçekleştirmiş, dahası müzik dünyasına Cross Pedal kavramı kazandırmıştır.


Albümde Kirk’ün soloları da ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Wah pedalına tam anlamıyla hakim olmayı bilmiş ve heavy metal için birkaç gömlek fazla olan bu soloları çok güçlü hale getirebilmiştir.


Grup üyelerini bu albümden soğutan bir diğer nedeni de seyircilerden gelen tepkilerdir kuşkusuz. Uzun parçalara sahip bir albümdür ve bu albümden parçaları konserlerde çaldıklarında seyircilerin sıkıldıklarını hissetmişlerdir. Kirk bir röportajında; sahnede o kompleks, o zor ritimleri atmak için ter dökerken, seyircilerin yüzlerindeki sıkılganlık sebebiyle çalma şevklerini nasıl da yitirdiklerini anlatır.


Kısacası Metallica …And justice for albümü ile kendini aşmış, icra ettiği müziğe de çağ atlatmıştır. Ardından gelen birçok müzisyene farklı bir kapı aralamış, daha sonra o kapıdan nice müzisyenler geçmiştir. Bu müziği gerçek anlamda bir müzik mertebesine eriştirmişlerdir.

27 Kasım 2011 Pazar

pain of salvation - where it hurts (uncensored)

18+ gibi bir uyarı yapalabilir bu klip için tabi. sansürsüz dendiğine göre klipte sakınca görülmüş. klip güzel. parça çok güzel. pain of salvation'ın yeni albümündeki tüm parçalar çok güzel zaten. daha sonra becerebilirsem bir albüm kritiği de yapabilirim umarım.

parça kendisinden çok klibiyle ses getirmiş sanıyorum ki. böyle olması üzücü. parça çok güzel çünkü. ekşisözlük'te birisi şöyle demiş hatta; "hiç klibi olmasa daha güzel kalacak şarkıymış bu"


Pain of Salvation - Where it Hurts (UNCENSORED) from Il Recensore on Vimeo.

24 Kasım 2011 Perşembe

ephrat - no one's words

Steven Wilson'ın yaptığı işlere bakarken denk gelmiştim Ephrat grubuna. Hikâye şöyle oluyor; Steven abimize bir gün İsrail’in pop/rock sanatçısı olan Aviv Geffen tarafından konuk sanatçı olması için bir davet geliyor. Aviv sıkı bir Porcupine Tree hayranıdır ve kafasında bir takım projeleri olan birisidir. Steven daveti kabul edip İsrail’e geliyor ve Aviv ile tanışıyor. Çok çabuk bir sürede Blackfield grubu kuruluyor ve grubun ismi ile yayınlanan ilk albüm çıkıyor. Şahane de bir albüm oluyor. Bu çalışmalar esnasında Steven İsrail’den çok etkileniyor ve iyiden iyiye burada yaşamaya karar veriyor. Bu sırada İsrailli birkaç grup Steven’ın prodüksiyon marifetini bildikleri için onu boş bırakmıyorlar ve projelerine el atması için ricada bulunuyorlar.

İşte Ephrat da bu gruplardan birisidir. Steven’ı kadrolarına kattıkları yetmezmiş gibi bir de misafir vokal olarak Pain Of Salvation grubunun vokalisti Daniel Gildenlow ile anlaşıyorlar. Daha sonra No One’s Words albümünü yapmaya girişiyorlar. Daniel bu albümde The Sum Of Damage Done parçasının sözleri yazıp, vokallerini yapıyor. Birkaç parçada da ikinci vokal olarak eşlik ediyor. Bu arada Steven, albümdeki Haze isimli parçaya kadın bir vokalin daha iyi olabileceği önerisinde bulunuyor. O parçanın vokalleri için Paatos grubundan Petronella Nettermalm getiriliyor. Kendisi harikulade bir performans gösteriyor ve Haze parçası böylece harika bir parça olarak albümde yerini alıyor. Ayrıca Steven Wilson çaktırmadan bazı parçalarda back vokal olarak yer aldıysa da, kendisi ön plana çıkmamak için adını yazdırmayarak mütevaziliğini konuşturuyor. Her ne kadar durum böyle olsa da ben kendi adıma yine kendisi sayesinde bu grubu keşfettim.

Albüme gösterdiğim ilk tepki "adamlar cayır cayır çalmışlar" oldu. Daha sonra "ya bunlar baya iyi çalmışlar" şeklinde bu devam etti. Parçaların derinliğine indikçe daha da anlamlı şeyler açığa çıkmaya başladı. Daha sonra derinliğinde kayboldum adeta. Enstrüman hakimiyeti ve soundu anında kulağa çarpıyor zaten. Bunun sound tarafında elbette Steven imzası var. Fakat Enstrüman hakimiyeti ve grubun uyumu, yukarıda saydığım isimlerin katkıları olmaksızın da büyük bir potansiyelin olduğunu açığa çıkartıyor. Besteler yeni kurulmuş bir prograssive grubuna göre çok komplike ve çok iyi işlenmiş. Bunu nasıl başarmışlar bilemiyorum fakat kesin olarak bildiğim bir şey varsa daha sonraki albümlerinin de bir şaheser olacağıdır.


Albümün parçaları arasındaki dağınık hava ilk başlarda bütünlük arayışındaki zihinlerde anlamsız bir izlenim bıraksa da zamanla albümün en şahane niteliklerinden birisi olduğu anlaşılıyor. Ben oldum olası, basmakalıp parçalardan bezeli bir albümden ziyade, farklı konseptlere yelken açmış albümleri yeğlemişimdir. Bu açıdan Ephrat’ın No One’s Words albümü çok şey kazandırdı bana.
Tek tek parçaları övmeyeceğim. Zira bunu benden önce yapmış olan birisinin yazısına denk geldim onu paylaşmakla yetineceğim*. Fakat albümde beni benden alan bir parçaya da değinmeden geçemeyeceğim;

Ephrat - Real

(Hoş gerçi bu parça aylardır blogun üst tarafında duruyordu ki şu an da duruyor)

Bence progressive müzikte çığır aşmış bir parçadır real. Evet bahsettiğim grup pek bilinmiyor olabilir, evet çok kişi tarafından bu parça da bilinmiyor olabilir ve bu parçanın komuoyunca bir değerlendirmesi yapılmamış olabilir bu açıdan. Ben değerlendiriyorum arkadaş. Dinlediğim tüm prograssive parçalarından ayrı bir yere, ayrı bir mertebeye koydum kendisini. O kadar çok dinledim ki eskimesinden korktuğum halde dayanamayıp dinledim her gün. Fakat o eskimeyerek beni her geçen gün şaşırtmayı başardı. Her seferinde içinde başka bir şeyler buldum, başka sesler duydum. Her seferinde masalın içine çekti beni bir şekilde. Her türlü ruh halime bir şekilde uydurabildim.


Tommer Z’nin davul performansının da doruk noktasıdır parça, bunu da ayrıca belirtmek istedim. (parçaların davullarını özellikle ayrı değerlendiririm)


Hakkında çok şey yazılabilecek bir albüm. Dinlenmesi tavsiye olunur.

*bahsettiğim blogda albümü şahane tanıtmışlar çok şaşırdım. Özellikle tanıtımı yapan kişinin de Real parçasını şaheser olarak değerlendirmesi ayrıca mutluluk verdi bana, yalnız olmadığımı hissettirdi. Zira internette okuduğum yorumlar daha çok Better Than Anything ve Daniel'in yaptığı The Sum Of Damage Done parçaları üzerinde odaklanmış.
http://azizlerinyalnizligi.blogspot.com/2009/08/ephrat-no-ones-words.html

Real Parçasının Sözleri;

[lyrics: Lior Seker & Omer Ephrat]


[attempt #1]

[Dad:]
Maybe I'll just say how it began
In the quiet of night, when the clouds ceased to rain
A baby was born in the infirmary
Its very existence when something that wasn't meant to be

Maybe his mother already knew
The doctors have told her that he won't pull through
She hoped they were wrong but felt it was true
[Kids:]
(That sounds like fun!)
[Dad:]
Maybe I'll try a different one

(It's not)
Going anywhere
(It's not)
Going anywhere
Let me start again
)let's start)
Let me start again
Let me...

Don't be afraid
Don't get angry
The story is there but it's still unclear
Where would it go?
Don't let it get you down
It's all in my mind you'll see
Don't be afraid
Don't get angry
The story is there in my head, I'll try this instead! Let's see....

[attempt #2]

Long ago but not far away from here
A sick old lay down on his death bed
Mumbling words that seem to make no sense
"I promised them that I'll try to open the door! Bring them back and change their faith!"

Weeks has passed and death knocked upon his door
"I'm not here" he said, trying to sound credible
[Death:]
"I was sent to take you many years ago"
[Old Man:]
"You didn't take me then and you can't take me now"
[Death:]
"That mistake I'll rectify"

Freeze time no one can stop destiny
Hold your breath lad I'll make sure you'll go through what was meant to be
Freeze time no one can stop destiny
Grab a sit now you're about to witness something that you have never seen in all (of) your life

[Dad:]
Maybe I'll pick up where we've left
A little boy became a man
Cheating faith and destiny
It's not the way it was meant to be

[attempt #3]

Stand up, the child that cheated destiny
You were not suppose to be in here (yeah)
But it's not, not your fault

Real
The path you tread is not paved yet
Think how limitless it just could be
And don't be scared of it all

Stand up, the child that cheated destiny
You can stop so many things from happening
Can create and destroy

Real
The path your tread is not paved yet
He doesn't know of your existence
Does not see what you do

Help us all open the door
You're the one we've been waiting for
Help us all escape from these walls
Help us see the light of day

All of the souls that are lost
All the souls he had forgotten
Wait for you to open the doors

[Dad:]
Maybe I'll just stop it here
Let you both sleep while I wonder
What ever happened to him?
And to all the promises he made to them
Did he send them all free?

15 Kasım 2011 Salı

yalan ne kadar büyükse, inananı da o kadar çok olur

"Yalan ne kadar büyükse, inananı da o kadar çok olur."

Hitler'in bu sözü benim için bir pencere olmuştur hep. Bunu hitler gibi aşağılık, yalancı bir adamın söylemiş olması ise çok manidardır.

Elime bir gazete alınca, televizyonda bir haber görünce hep bu çerçeve ile bakmışımdır. Şimdi ne gazeteye, ne de televizyona bakıyorum.

10 Kasım 2011 Perşembe

ders çalışmak

















Bugün yeniden ders çalışmaya başlıyorum. Dün internetten 70 liralık kitap siparişi verdim. Benim ayarımda bir bütçeye sahip olan birisi için fazla bir para. Evdeki daha önceden çözmüş oldum onlarca kitap da cabası. Onları da adeta boğazımdan keserek almıştım zamanında. Varsa yoksa yayınevlerini zengin ediyoruz. E yapacak bir şey yok diyorum kendi kendime herkes gibi. Daha önceki sınava aylarımı vermiştim ve düşündüğüm tek şey “birkaç aylık sıkıntı çekip, sonra refaha ereceğim” idi. Peki sonuç; dönüp dolaşıp aynı yere geldim. Şimdi de stratejim aynı; “şurada birkaç aylık sıkıntı çekip sonrasında refaha ereceğim” Belki de bu son olur. Belki de daha yeni başlıyorumdur. Ah şu kader! Nasibimde varsa olur!

Hayat sıkıcı eyvallah, bunu kanıksadım artık ama diğer yandan da hayat müthiş bir saçmalık ve bunu nasıl bu hale getirebilmişiz şaşıyorum. Hayat diyorum çünkü artık birçoğumuzun hayatı bundan ibaret. Ders çalışacağım için internette insanlar bu konuda neler yapıyorlarmış, hangi kitaplarla çalışıyorlarmış diye araştırıyordum. Öyle şeyler gördüm ki işin ne kadar korkunç bir boyuta ulaştığına tekrar tanık oldum, boğazım düğümlendi ve ağlamamak için zor tuttum kendimi. Adam ders çalışma olayını bitirmiş artık işin bilimsel boyutlarına girmiş. İş öyle bir noktaya geldi ki artık, sınav sorusunu hazırlayanlardan daha yetkin olmaya, onların hazırlayıp hazırlayabileceği tüm soru ihtimallerine hazırlıklı olmaya çalışılıyor. Ezberlemek için insanlar kendilerini eğitiyorlar. Ezberlemek ki insanın en büyük aptallığıdır. Aptallaştırmaya çalışıyoruz kendimizi. Çünkü aptallığın erdem olduğu bir çağda yaşıyoruz. Ama yapacak bir şey yok. Tony Buzan’ın hafıza geliştirici metotlarıyla çalışmalardan tutun da, günün hangi saatlerinde çalışılmalıdan tutun da, yenecek yiyeceklere kadar. İnsanların artık yiyecekleri yiyeceğe kadar bu saçmalığa itaat ederek yıllarca yaşayabiliyorlar ve daha da yaşayacaklar. Bunun sonu da yok maalesef. Albert Camus’nun dediği gibi; duvarların arkasında yaşayan zavallı köpekleriz. Adeta tasmayla bağlandığımız odamızdan dışarı çıkamıyoruz, yiyeceğimiz yemeği bile sahiplerimiz belirliyor.

Birisi bir soru soruyor; şöyle mi çalışsam, şu yayın nasıldır?...

Diğeri ona cevap veriyor; ohoo sen daha yenisin herhalde, sen ancak 2016 sınavında çözersin bu işleri :) Ben 8. kez hazırlanıyorum naabeerr :) Senin daha çook yolun var!

Nasıl bir boka batmışız böyle yazık bize. İnsanlar battıkları bu boktan kafalarını bir kaldırabilseler ne durumda olduklarını görebilecekler de. Biz ne yapıyoruz böyle yahu diyebilecekler ama... ama…

Ama kimsenin bir şey dediği yok. O zaman ne diyorum yine; yapacak bir şey yok!


Evet şimdi ders çalışmaya gidiyorum. Saat 10’da başlamalıyım çünkü program yaptım kendime. Hangi saatte yemek yiyeceğim, hangi saatte uyuyacağım her şeyi yazdım. Çünkü ben de bir insanım; duvarın ardındaki zavallı köpeğim. Yazımı şöyle bitirmek istiyorum; Hav Hav!

6 Kasım 2011 Pazar

finally free - dream theater

Bir önceki blogda negatif insanı Dream Theater'dan bir parça paylaşmıştı. Bu paylaşım vesilesiyle bir anda eskilere dönüş yaptım ve Dream Theater'ın en sevdiğim albümü olan Metropolice'i dinlemeye başladım. Burada da albümden seçtiğim Finally Free parçasının konser performansını paylaşayım dedim. Bu konseri defalarca izlemiştim ve Mike Portnoy'un performansına hayran kalmıştım. Hala inanılmaz geliyor. Özellikle bu parçanın son bölümündeki performansı ile tarihe geçti yani. Boşuna dünyanın en iyi davulcusu demiyorlar adama.



sadece son bölümü;

4 Kasım 2011 Cuma

hesher

Dün Hesher isminde bir film izledim. Burada paylaşmaya değecek, derin anlamlar barındıran, hakkında fazla yazılacak bir şeyi olan bir film değil. Yani diyeceğim o ki filmi tanıtmak değil niyetim ve bilhassa sanatsal takılan arkadaşlara izlemesini kesinlikle tavsiye edemem.

“Metalci” olduğumdan mütevellit filmin afişindeki Hesher yazı karakterine ve fragmanına kandım. Fragman doğrudan Metallica’nin Battteri parçası ile başlıyor. Master Of Puppets gibi gaz bir albümün açılış parçası yani boru değil. Ortalık yanıyor, uzun saçlı çılgın bir metalci kardeşimiz havuza atlıyor. Bir evin içinde donla gezip sigara tellendiriyor, bildiğin pis metalci tavırlarıyla sağa sola sarıyor. Tamam işte, bu metalci ortalığı dağıtıyordur, ben de eğlencelik bir film izleyeyim de kafam dağılsın dedim. Yani öyle bir fragman yapmışlar ki sanki filmde aksiyon üstüne aksiyon varmış gibi ama gel gör ki bütün aksiyon sahneleri fragmandakilerden ibaret çıktı. Film bildiğin drammış yahu. Fakat öyle derin bir dram da değil hani; zaten böyle ortalıkta gezinen bir metalcinin olduğu film ne kadar dram olabilir ki? (:

Meşhur Fragman;



Yine de metalci karakterin olduğu böylesi bir filmi izlediğim için pişman değilim. Ne acayip insanlarız aslında biz metalciler. Kendi adıma, hayatım boyunca ne bir ideoloji, ne bir din, ne ırkçılık felan filan hiçbir şeyi benimseyemedim, hiçbir şey tutmadı üzerimde. Fakat kendimi “Metalci” olarak nitelendirmekle kıvanç bile duyduğumu söyleyebilirim. Ben pis bir metalciyim ve Hesher filmini de içerisinde metalci karakteri olduğu için izledim. Bundan dolayı mutluyum. Yine olsa yine izlerim; çünkü orada benden birisi, bir metalci var. Film hiçbir şey anlatmıyor bile olsa, sırf eskiden popoma kadar uzun olan saçlarımı anımsamak için yine izlerim. Saçlarıma özlem duyarım ama izlerim.

Film dram çıktı ve öyle içinde Metallica parçaları filan da yokmuş hani. Sadece 1-2 sahnede, çok az bir kesimde var. Bir karede Motörhead çaldı onu da kaçırmadım. Ama müzik ile uzaktan yakından alakası olmayan bir film. Ekşisözlük’te birisi Hesher karakterinin yaratılırken Metallica’nın hayatını kaybetmiş olan efsane basçısı Cliff Burton’dan esinlenildiğini yazmış ama nereden böyle bir bilgiyi edinmiş onu söylememiş. Filmin bir karesinde Hesher evin garajında Orion’u çaldı. Orion Cliff’in yazdığı bir bass solo. Bu yüzden belki alakası vardır gerçekten ama Hesher karakteri çok kof bir karakter olmuş. Madem Cliff’i anlatacaksınız biraz daha kapsamlı, daha derin bir karakter yazsaydınız da biz de Cliff hakkında izlenim edinseydik.

Yazı uzadı mı ne. Son olarak ekşisözlük’te film hakkında yazılanları okurken denk geldiğim bir entry’yi paylaşmak istiyorum. Bu entry’ye çok güldüm ve bu arkadaşa mesaj olarak da ilettim. Şöyle demiş film hakkında;


"kimilerince de beğenilmemiş işte. her zaman takındığım o saygılı tavrı bir kenara bırakmak istiyorum zira nick'imi ya da ismimi çevremden saklamadığım için yazarken taşımak zorunda kaldığım özen beni yordu. arkadaşım! filmi beğenmemiş olabilirsin. yarısında çıkmış, yarasa sikmiş, yarasında tuz olmuş olabilirsin ama lütfen kendine sövdürmek için milyarlarca yoldan seçe seçe bunu seçme! git! ne olursan ol siktir git! "adamlar oturup da sana hayatın anlamını mı verecek?" desem hoşuna mı gider? bu kadar seviyesizce eleştirsem seni canın sıkılmaz mı? için daralmaz mı? gocunmaz mısın? gocuk giyer misin? gökhan diye bir angut vardı eskiden; kibar konuşmak için kendini kasar fakat bunu ispatlamam için bana hiç delil vermezdi. bir gün ne dedi biliyor musun? "kölge!" evet. 'kölge' dedi. gölge'ye kölge dedi. hiçbir şey gelmedi o an aklıma. sadece şu geldi: acaba gocuk'a da kocuk mu der bu mal? mal olma! başka film eleştir. 'filmi beğendin mi?' dersen; beğendim ya da beğenmedim. önemli olan bu değil. hala anlamadın mı?"

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=25277439

Sonra ben de mesaj attım bu entry ile ilgili kendisine;

(#25277439) ne demek istediğini anlamadığım halde yarım saattir gülüyorum :)

O da bana cevap olarak şöyle dedi;

:)) ben de yazmadan önce yarım saat gülmüştüm. ya filmi anlamamış mallar. salak salak konuşuyorlar. buna bir tepki niteliğinde entry. :))


Mesajdan çıkan sonuç; biz metalciler böyleyiz işte. Sevdim bu arkadaşı (:

2 Kasım 2011 Çarşamba

melali anlamayan nesle aşina değiliz!

Not: Bu yazı nomen'in yazdığı "MELAL'İN MEALİ" yazısına yorum yazarken gelişti.

Nasılsın sorularına verdiğim cevap çoğu kez; “aynı işte” şeklindedir. Çünkü benim en çok hissettiğim durumdur “hiçbir şeyin değişmiyor oluşu.” Olması gereken diğer iki cevap, yani “iyiyim” veya “kötüyüm” diyemem çoğu kez. Çünkü iyi veya kötü olmam için birçok sebep gerek. Fazlasıyla görecelidir bu durum. Ben bunların arasında bir taraf olmaksızın kaçamak bir cevap seçtim kendime. İnsanlar olağan durumlarında “iyiyim” tarafındadır çoğu kez. Kendisi için olağandışı bir durumda ise “kötüyüm”ü kullanırlar. Bu ve bunun gibi soruların cevapları otomatiğe bağlanmıştır zira.

Bu tür sorular da cevapları da alışılagelmiş şekilde sorulur ve cevaplanırken, aslında anlam derinliklerine bakıldığında böylesi bir üstünkörülüğe tezat oluşturur. Nasılsın? ne büyük bir soru aslında. Elinize bir kalem alın ve ona sorun bakalım bu soruyu. Onun bile nasıl olduğu hakkında denebilecek o kadar çok şey vardır ki.

Birbirimizin gerçekten Nasıl olduğuyla hiç ilgili değilizdir. Sadece sormak için sorulan bir soru ve cevap vermiş olmak için verilen bir cevaptan ibaret bu. Fakat bu sorunun, bizim gündelik laf kalabalığımızdan öte anlam bulabilecek muhatapları olduğunu da biliriz. Halini hatırını sormamız gereken, dünyanın öbür ucunda yaşam mücadelesi veren insanlardan bahsediyorum. Onların oradaki hayatlarından haberdar olduğumuz müddetçe biz alsa tam olarak “iyi” veya “kötü” olamayız. Olanlarımız da yalancıdırlar ve bunu bildiği halde görmezden geliyordurlar. Ve onlardır işte bu Nasılsın? sorusunu bu kadar anlamsız kılan.

Dünyanın bir tarafında zayıflamak için uğraşan insanlar, diğer bir tarafında karnını doyurmak için uğraşan insanlar yaşarken, biz gerçekte asla bir “insan” değilizdir. İnsan dediğimiz şeyi “bilinç” var ediyorsa eğer, bu adaletsizliğin “bilincinde” olup da nasıl görmezden gelebiliriz? Televizyon karşısında, sabah bir diyetisyenin söylediklerini not alırken, akşam haberlerinde ise Somali’de açlıkla mücadele edenleri izleyebilirken, kim bu durumu değerlendiriyor? Televizyonmuş, gazeteymiş, internetmiş her ne ise, bunlar da tıpkı birbirimize sorduğumuz “Nasılsın?” sorusu gibi bir üstünkörülükle lanse ederler bu tür haberleri. Zayıflamaya çalışan şişmanlara diyet reçetesi sunarken, açlıktan ölen insanların haberi de onlara sadece anlık bir “vicdan” kıpırdanması olsun diye sunmakla yetinirler. Çünkü şişman insanlar bu tür haberleri de istedikleri için bunlar yayınlanır. Kendi “iyi” durumunun farkında olup, buna mutlu olsun diye. Haberler de bir tür tüketim objesi gibidir yani. Tüm bu haber kaynaklarının da bir süper marketten farkı yoktur. Orada nasıl ki bir reçel ile bir acı sos yan yana duruyorsa burada da öyledir. Bu haberlerin nasıl yan yana gelebildiklerini kimse sorgulamaz. Bu sorunun cevabı çok ağırdır. Bu vebal gerektiren, insana melal veren bir cevaptır. Bu her şeyden önce bir gerçektir. Ve insanlar gerçekleri hiç sevmezler.

nomen’in de bahsettiği gibi rakamlarla, o iğrenç istatistik değerlerle konuşmak gerekirse; dünya nufusunun %20’si, dünya kaynaklarının %80’ini tüketiyor. Tersinden söylersek; dünya nufusunun %80’i, dünya kaynaklarının %20’sine talim ederek yaşıyor. Bunlardan hangisi daha çarpıcı geliyorsa ondan alın. Tüketiminize amade bir blog yazarıyım ben de neticede.

Yazıyı fazla uzatınca insanlar okumaz bunu da bildiğim için daha çok söylenecek şey olduğu halde tüketim, dahası vakit = nakit olduğu için vaktinizi almamak daha makul geliyor. Söylemekle zaten hiçbir şey değişmiyor. Sadece eğer kendimize “insan” diyorsak melalimizi bilmemiz gerektiğine inanıyorum. Melalimiz diyorum çünkü bu bireysel değil hepimizin gerçeği. Melalimize dürbünle bakmayalım. Melali anlamayan nesle aşina değiliz!

20 Ekim 2011 Perşembe

başka bir şehirde fütursuzca yürümek

Başka bir şehirdeyim iki haftadır. Yabancıyım. Evde duruyorum yalnızlık, dışarı çıkıyorum yalnızlık. Aslında dışarısı çok kalabalık. Evde kalabalık yaratmaya çalışıyorum kendime; elimde bir kitap. Ama nafile; elli - altmış sayfa ancak okuyabiliyorum. Bir yerden haber bekliyorum. Aklım orada. Arıyorum orayı; daha henüz bir gelişme olmadığını söylüyorlar. Koca bir şehre hapsettiniz beni diyesim geliyor adama. Sıkılıyorum. Dışarı çıkıyorum. İki - Üç saat durmaksızın yürüyorum. İki otobüs güzergahı kadar yol tepiyorum. Ama ayaklarım bile benden bağımsız gibi. Her yer insan. Alışveriş merkezleri, ellerde poşetler. Akın akın kaldırımlardan akıyorlar. Karşıdan karşıya geçiyorlar. O kadar çok insan yüzü görüyorum ki bu yolculuğum esnasında. Yürürken Nietzche'nin bir sözü var hep aklımda; dünyanın dört bir yanını dolaşan, insan yüzünden iğrenç bir şey göremez. Böyle bir şeydi sanırım. Hepsinde bir taşkınlık. Bağıra bağıra konuşuyorlar. Birbirlerine gülüyorlar, birbirlerine kızıyorlar. Ama hep taşkınlar. Sürekli saldırıyorlar dört bir yana. O kadar kayıtsızım ki. Daha sonra kaldırımlarda, dükkan önlerinde kulakları küpelenmiş köpekler görüyorum. İçim burkuluyor. Yaşayacak yerleri kalmamış bu beton yığını arasında. Yetmezmiş gibi bir de kulakları küpelenmiş. İnsanlar 'zararsız' olduklarını bilsinler diye. İnsanlık ki başlı başına bir zararken bu ne aymazlık. Bakışları bile o kadar çaresiz ki. İçim acıyor bu köpekleri gördükçe. Onlara insanlar gibi kayıtsız kalamıyorum. Daha sonra önüme bir kalabalık çıkıyor. Ellerde bayraklar bağırışıyorlar. Bu sefer bağrışmayı grup halinde bir eyleme dönüştürmüşler. 'Mustafa Kemal'in askerleriyiz' diye bağırıyorlar. Onlara da kayıtsız ilerlerken bir çocuk görüyorum. Elinde bayrak. 'Bugün bayram, kutlu olsun bayram' diyor. Gülümsüyorum. Bayram değil aksine bir matem var halbuki. Çocuk ne bilsin matemi. Ben de 'bilmiyorum' diyesim geliyor ona. Eline hep bayramlarda bayrak almış bir çocuğa; 'sende mi Mustafa Kemal'in askerisin küçüğüm' diyesim geliyor. Midem bulanıyor bu soruyu düşündüğüm için. Kanlı bir gün ve matem. Çocuk haklı bence; bayramlar da kanlı günlerden doğmamış mıydı? Elinde salladığı bayrağın bile kırmızısı bundan değil mi? Sonra yine midem bulanıyor. Böyle şeyleri düşündüğüm için iğreniyorum kendimden. İlerliyorum. Beş parasızım. Bir zamanlar Anadolu'da filmine gitmek istiyorum gidemiyorum. Yürüyorum ben de Anadolu'da.

5 Ekim 2011 Çarşamba

martin lopez

Opeth'in Heritage albümünü dinlerken Martin Lopezi andığımdan bahsetmiştim geçenki yazımda.
Opeth'in eski albümlerini dinledim ve akabinde kendisini tekrar anınca internetten birkaç videosuna bakayım dedim. Hoş gerçi bu videolar hep yayınladıkları dvd'den parçalar öyle özel bir şey yok yani.

Deliverance outro (live)

Deliverance outro (orijinal)

Deliverance outro stüdyo;Bağlantı
Delivrance'den bir kesit;

By the pain i see in others'dan kesit;

Ghost of Perdition'dan kesit;

Closure (live)



Başlıkla alakasız olacak ama bir de son zamanlar pek beğenerek dinlediğim Ephrat grubunun davulla ilgili bir videosuna denk geldim. Yetenekli bir davulcu bu arkadaş da. Zaten kendisi asıl Blackfield grubunda çalıyor, bu albüm için Ephrat'da da çalmış.

Ephrat - Blocked bir kesit;

2 Ekim 2011 Pazar

human nature

Michel Gondry’nin yönetip, Charlie Kaufman’ın yazdığı bir film. Bu ikili daha sonra Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da da çalışmıştı. Ben de bu ikilinin çalışması diye temin etmiştim filmi. Öğrendim ki bu film Kaufman’ın, Gondry’yi sinema dünyasına kazandırdığı yapımmış. İlk çalışması olduğu için olacak ki Gondry’nin ağırlığı hissedilmiyor, onun fantastik görselliğini göremiyoruz. Ayrıca belirteyim ki ikili aynı da olsa Eternal Sunshine ile hiçbir alakası yok. Bambaşka bir havada bu film. Çok acayip bir teması var. Adeta ‘insan belgeseli’ gibi enteresan bir yapım.

Gülmekten karnım ağrılar girdi bazı sahnelerde. Fakat güldürürken düşündüren cinsten bir film. Mesaj yükü çok çok fazla. Her karesi göndermelerle dolu. İnsan doğası ve İnsan medeniyeti üzerine bu göndermeler. Filmin ana teması bu zaten. Film diyorum ama belgesel gibi bir havası da var aslında.

Hakkında çok şey yazmak istiyordum fakat finalindeki şaşırtıcı olayın altında yatan sebebi öğrenince yazacağım her şeyi unuttum adeta. Final sahnesi kafamı kurcaladı çünkü. Tüm bu simgesel ayrıntıların parçaları yanında, filmi başından sonuna bağlayarak garip bir bütünlük sağlayan bir olgu da varmış. Bu çok şaşırtıcı.

---Spoiler---

Final sahnesi; o çok şeker Fransız aksanıyla konuşan asistan ile bizim ormanda yaşayan kahramanımızın arabada birlikte olmasıyla sonlanıyor. Bu finalin anlamı “oedipus kompleksi” denen bir psikolojik olguya dayanıyormuş. Kahramanımızı ormandan tutup laboratuar ortamına getiren doktor ve asistanı ayrıca onunla ilgilenip, eğitmenliğini yapıyor. Kahramanımız orada kendisine medeniyet enjekte edilirken* bu ikiliyi anne baba olarak belliyormuş meğer. (laboratuarda, onun gözü önünde sevişmeleri de bir etkenmiş sanırım bunda) Filmin sonunda ise bu oedipus kompleksi sebebiyle babasını öldürüp onun yerine geçiyormuş. Şaştım kaldım yani.

Tam da kahramanımız doğaya dönüp, insanlığın doğası bu işte diye bize kabul ettirirken, final sahnesiyle insan doğasının farklı bir boyutunu göstererek harikulade bir şaşırtmaca yapmışlar meğer. Bunu yapınca da film sürecinde düşündüğüm onca şey bir anda farklı anlamlar kazanmış oluyor ki bu yüzden tekrar izlemem gerektiğini düşünüyorum.

*Tam anlamıyla enjekte ediliyor ki bu durum filmin en komik sahnelerini oluşturuyor.

Not: Filmi izlemenizi tavsiye edip etmeme konusunda çekincelerim var. İnternette hakkında pek fazla bir şey olmasa da kötü olduğunu söyleyenler yok değil. Başkalarını bilmem ama film bana çok şey ifade etti diyebilirim.

29 Eylül 2011 Perşembe

nae meorisokui jiwoogae ( a moment to remember )

Aslında şöyle bir düşünüldüğünde basit bir senaryo olarak görülebilir. Yer yer klişeler de barındırıyor. Ama iyi işlenmiş bir film. Bu yüzden de etkiliyor.

Sürekli geçmişe bağlı yaşamanın, iyisiyle - kötüsüyle geçmişi bugüne bir yük haline getirmenin ne kadar manasız olduğunu vuruyor insanın yüzüne. Filmden çıkardığım en büyük ders bu diyebilirim.

İlk başlarda oğlanın kadına âşık olup olmadığını anlaşılmıyor. Adam geçmişinde ailevi büyük sıkıntılar yaşamış ve hayata karşı kaya gibi durmayı öğrenmiş birisi. Duygularını belli etmiyor haliyle. Sıfırdan başlayıp bir yerlere gelirken diğer yandan da bu hırsını hayatına giren bir kadın soğutmaya başlıyor. Adam hayatın vicdansızlığından yakınırken kadına ona vicdan oluyor ve nefretini salıvermesi için geçmişiyle yüzleştiriyor. Bu olay adamın yavaş yavaş mizacı değiştirirken, kadın da bir değişime giriyor. Daha sonra kadının değişimi filmin merkezine oturuyor. Oyuncular bu değişimi çok iyi canlandırmış. Adamın o sert bakışlarının gittikçe yumuşaması, kadının o heyecan dolu alev alev gözlerinin ferinin gittikçe sönüşü. İlk başlarda âşık olup olmadığını bilmediğimiz, duygularını belli etmeyen bu adamın daha sonra ne büyük bir âşık ve ne duygusal bir adama dönüştüğüne hayranlıkla tanık oluyoruz. Kadının ise o capcanlı, o içi içine sığmayan halinden, gittikçe durgunlaşıp, ruhu uçup gitmiş bir hale dönüşüne de hayranlıkla tanık oluyoruz.

Yani beni benden alan başlıca unsur oyunculuklar oldu diyebilirim. İlk başlarda adamın değişik mizacı ile film sizi bağlıyor. Komik sahneleriyle, romantizmiyle klasik bir aşk gelişimi ile başlıyor. Daha sonra kadının hafızasının kaybetmesi ile bir anda film drama dönüyor. Yaz başlayıp kış biten bir film. Haliyle finali de daha vurucu oluyor. Ama benim özellikle dikkatimi çeken karakterlerin bu değişimi gayet iyi yansıtması. Olayların değişimini daha vurucu hale getiriyor bu.

Ben hüngür hüngür ağlamadım. Ama baya etkilendim. Kadının evi terk ederken bıraktığı mektubu adam okurkenki sahnede fena oldum. Bir diğeri; kadının altına kaçırması üzerine adamın düştüğü o çaresizlik üzdü beni. Bir de filmin sonundaki market sahnesi de etkileyiciydi.

Daha nice detayları olan bir film aslında da benden bu kadar.

25 Eylül 2011 Pazar

opeth - heritage


Opeth’in gittikçe progressive müziğe kayışının son noktası sanırım bu albüm. Birlikte çıkan Deliverance ve Damnation albümleri Opeth dinleyicisini ikiye ayırdı adeta; Deliverance'çiler ve Damnation'cılar olarak. Ben iki albümü de çok beğenmiştim, böylesi iki farklı müziği bir arada yapabilen Opeth’e hayranlığım bir kat daha artmıştı. Bu albümlerden sonra da bu mukayese devam etti aslında. Yaptıkları albümler biraz Deliverance biraz Damnation havası hatta bir parçada ondan bir parçada bundan şekilde ayrıma tabi tutuldu dinleyiciler tarafından. 
 
Yıl 2011 oldu ve Opeth Heritage albümünü çıkardı. Şimdi yorumlara bakıyorum da “Damnation'cılar sevindi hadi” şeklinde hala bir ayrımdır gidiyor. Ben çok alakasız buldum. Bu albüm bambaşka bir albüm zira. Progressive teması tamamen değişmiş, kendine has yeni bir yol açmışlar. Bunda grup elemanlarının hemen hemen tamamının değişmiş olmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama özünde Opeth hala Opeth çünkü Mikael Akerfeldt var, prodüksiyon, mix, mastering gibi işlerde hala Steven Wilson'ın katkısı devam ediyor.


Fakat eksiklik de var maalesef. En sevdiğim davulculardan birisiydi Martin Lopez. Bu albümde olsaydı yine harikalar yaratırdı eminim ki. Hep arayacağım sanırım onu. Ama her ne kadar grup elemanları değişmiş de olsa müziğin beyini, yani Mikael hala üretiyor ve biz dinlemeye devam ediyoruz. İki gündür sadece bu albümü dinliyorum. Yıllarca dinleyecek bir albüme daha kavuştum sanırım.

Tracklist;

01. heritage
02. the devil's orchard
03. i feel the dark
04. slither
05. nepenthe
06. haxprocess
07. famine
08. the lines in my hand
09. folklore
10. marrow of the earth

The Devil's Orchard





23 Eylül 2011 Cuma

sound of noise

2010 İsveç yapımı değişik bir film. Sanat kapitalizmi yapan elitlerin salon müziklerine karşı hayatın ritmini irca eden bir grup anarşist müzisyenin hikâyesi. Özgün bir senaryo. Eğlenceli de bir film. Fakat eğlencenin yanı sıra bağıra bağıra isyanını da duyuruyor hani.
Müzik sestir işte ve hayatın ritminden yaratmıştır insanoğlu onu. Tüm matematiğiyle beraber bunu kalıplara sokarak insanlıktan uzaklaştırmak, onu hayattan koparıp salonlara hapsetmek ne felaket aslında. Dört duvar arasında yaşadığımız şu hayatı işte bu ve bunun gibi unsurlarla sağlamıyorlar mı zaten. İşte bu anarşik gençler duvarları yıkıp dışarı çıkıyorlar ve hayatın müziğini yapıyorlar; tüm şehre inat bağıra bağıra! Müzik yaparken kullandıkları her bir objenin müzik emperyalizmine karşı imgesel bir tepkisi var.
Bu filmi izlerken aklıma bir dönem Anadolu’da Türk Sanat Müziğinin yasaklanış öyküsü geldi. Evinde bağlama çalan adamı jandarmalar tutuklayıp götürüyorlarmış. O dönemde radyoda (trt) klasik müzik çalıyormuş. Ama bunlar tutmamış tabi Türk Sanat Müziği hala yaşıyor. Hayatın içinden gelmiş bir müzik neticede, kökleri çok eskilere dayanıyor. Pek dinlemesem de saygım sonsuzdur.
Filmin Fragmanı da şahane;

Hastanede Yapılan Müzik;

Filmin kapanış soundtrack'i (Electric Love);

20 Eylül 2011 Salı

dead man's shoes

2004 yapımı, yemyeşil İngiliz kırsalında geçen bir dram. Bol bol cinayetin olduğu bir intikam öyküsü. Baştan sonra gözlerimi açmış öylece izledim. Çok garip. Her şey gayet dingin bir şekilde oldu ve bitti gibi sanki. Evet, cinayetler filan hepsi öylece oldu işte. Şaştım kaldım. Sürükleyiciydi de ama tepki göstermeden sürüklendim. Film öylece üstümden geçip gitti. Bittiğinde de bakakaldım öylece. Böylesi güzel bir finale bile tepkisiz kaldım. Hâlbuki senaryo çok rahatsız ediciydi. Nasıl böyle oldu anlayamadım.
Sanırım beni oyunculuklar etkiledi. Her bir karakter tip olarak da özenle seçilmiş adeta. Karakterlerini gayet iyi canlandırmışlar. Uyuşturucu sahnelerinde kafaları uyuşmuş bir şekilde ortalıkta gezerken benim de kafam uyuştu resmen. Trainspotting’deki o etkiyi hissettim bu filmde de.
Müzikleri ise kusursuzdu yani. Bu kadar şiddetli olaylar cereyan ederken müzikler öyle ağır, öyle etkileyiciydi ki sanırım bu müzik uyuşturdu işte beni. Bu filmin akışında müziklerin çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Değişik bir deneyim oldu diyebilirim ve izlemeyenlere tavsiye ederim.

Filim ile hiç alakası olmasa da, bu film hakkında yazılanları araştırken bir parçaya denk geldim onu da paylaşayım sizlerle;

18 Eylül 2011 Pazar

12 angry men

1957 Yapımı siyah beyaz bir film. İzlemeden önce hakkında bildiğim şey şu; 12 adam bir odada 1,5 saat tartışıyorlar. Yahu sıkıcı olur bu film diyerek doğrudan ön yargıda bulundum. Film de ön yargıyı işliyormuş iyi mi. Böylece ders oldu bana da.

Bir cinayet davası var ve 12 kişilik jüri karar verecek. Cinayet delilleri ve tanık ifadeleri doğrudan cinayeti bir çocuğun işlediğini gösteriyor. Öldürülen kişi de çocuğun babası. İlk oylama yapılıyor ve 11 kişi çocuğu suçlu bulurken aralarında 1 kişi suçsuz diyor. Suçsuz olduğuna inandığı için değil, sadece hemen karar verilmemesi ve olayın masaya yatırılması gerektiğini düşündüğü için suçsuz diyor. Zaten o da suçlu yönünde oy kullansa film orada biterdi değil mi? Daha sonra bu 12 adam tartışıyorlar ve beklenildiği üzere en sonunda 12 kişi çocuğun suçsuz olduğu yönünde hüküm veriyor. Film böylece insanların düşünmeden verdikleri kadarların yanlış olabileceğine, basit bir önyargının masum bir insanın ölümüne bile sebep olabileceğine dair ders veriyor izleyiciye.

Yalnız ben filmin bir anında garip bir beklentiye girdim. Filmin daha başından nasıl biteceği belli; adam orada boşuna çıkıntılık yapmamıştır herhalde diyor insan. Ama bir yerde 'acaba' dedim. Şöyle ki; film ilerliyor ve sonlarına doğru teker teker tüm deliller çürütülürken hala çocuğun suçlu olduğuna inananlardan birisi çıkıp cinayet anını gördüğünü söyleyen kadının ifadesini nasıl çürüteceksiniz diye soruyor jüriye ve kadının ifadesini destekler savlar öne sürüyor. Bunun üzerine suçsuz oyu kullanan birisi de kararını değiştirip çocuk suçlu diyor. İşte filmin tam bu noktasında işler tam tersine mi dönecek, yoksa çocuk suçlu mu çıkacak, yoksa sürpriz bir finale mi doğru gidiyoruz derken bunların hiç biri olmuyor. Bu da çürütülüyor ve 12 jüri üyesi de suçsuz hükmü veriyor. Film de böylece beklendiği gibi bitiyor.

Ama filmi sıkılmadan izlediğimi söyleyebilirim. Sadece biraz fazla bir beklentiye girdim sanırım. Bu da imdb’de 8,9 puanla 6. sırada olmasından olsa gerek. Bir odanın içinde 12 adam ile bu kadar sürükleyici bir filmin ortaya çıkması gayet şaşırtıcı ve takdir edilesi buna şüphe yok.

good bye lenin

Almanya’da doğu - batı (komünizm – kapitalizm) ayrımı olduğu dönemden, Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla doğu bloğunun (komünizm) çöküşüne bir ailenin gözünden tanık olduğumuz harikulade bir film. Bu perspektif, değişimin insani yönlerini gözlemlemek açısından gayet başarılı. Gerçekleşen dönüşümü ve bunun adaptasyon süreci çok doğal bir şekilde, duygusal – mizah geçişleriyle şahane işlenmiş. Senaryo zaten çok oturaklı ve özgün.
Yönetmenin bakış açısının biraz daha komünizm’den yana olduğu filmdeki kapitalizm eleştirilerinden belli olduğu halde bunda aşırıya kaçılmamış, hatta baskıcı komünizm de filmde mizah unsuru yapılıp eleştiriden nasibini almış. Bu açıdan iki farklı ideolojinin de uç noktalarda ne berbat olduğu izleyicilere gösteriliyor.
-v- spoiler -v-
Komünizm döneminden komaya girip, kapitalizm döneminde uyanan bir anneye çocuğunun yaptığı fedakârlık çok etkileyici gelmiştir sanırım izleyicilere. Anne komaya girmeden önceki rejimde birçok iş yapmış, ideolojinin sıkı savunucularından biri. Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte değişim o kadar çabuk gerçekleşiyor ki birkaç ay sonra komadan çıkan anne bambaşka bir dünya’ya uyanıyor. Çocuğu bir düzen kuruyor ve yatalak olan annesinin değişen dünyadan haberdar olmaması için elinden geleni yapıyor. Değişimin gerçekleşme hızı, çocuğun annesi için kurduğu düzeni zar zor yaşatmasına sebep oluyor. Bu arada hüzün dolu olaylar, komik durumlar birbirini izliyor tabi.

Çocuğun (Alex) kurduğu bu düzen içinde yönetmenin verdiği bir mesaj da sezinlenmiyor değil. Alex’in bu fedakârlığı yaparkenki kurduğu düzen, aslında kafasındaki düzen gibi. Komünizm hızla çöküp, Kapitalizm hızla onun yerini alırken siyahtan – beyaza dönüşümün griliği hiç görünmüyor bile. Her şey bir anda gerçekleşiyor. Alex'de adeta değişimi yavaşlatma gayretinde gibi. İşte filmdeki karakter Alex’in düşüncesinde (ki bu yönetmenin düşüncesi sanırım) bu gri ideoloji varmış gibi bir izlenim oluştu bende.
-^- spoiler -^-
Çok detayı olan bir film aslında ve yazılacak çok şey var da saat geç oldu. İzlemeyenlere tavsiye olunur. İzleyenlerle de üzerine konuşmaktan zevk duyarım.
Filmin müzikleri çok tanıdık; Yann Tiersen yapmış. Sanki yeni değil de doğrudan Amelie filminde kullanılanlardan alınmışlar gibi geldi bana.

Filmden etkileyici bir kare ile bitiriyorum;
Doğu Almanya'nın çöktüğünden haberdar olmayan kadının karşısına bir anda yerinden sökülmüş kocaman bir Lenin heykeli çıkıyor.